ANTEP'TE FANTASTİK BİR GECE VE PEYGAMBER DEDE
Hava iyice kararmıştı. Tırına misafir olduğum abi bir şeyler anlatıyor -ki bilen bilir bir tırcı hiç susmadan saatlerce muhabbet edebilir- bense geceyi nasıl geçireceğimi düşünüyordum kara kara.
Karnım da acıkmıştı hafiften; neyseki tırcı abinin aldığı bir kaç kilo üzüm imdadıma yetişti. Bir yandan üzümün olduğu torbaya elimi daldırıyor bir yandan da abinin anlattığı fantastik, beş kişilik ekibiyle elli Suriyeliyi dövdüğü hikayeyi can kulağıyla dinliyordum ve "helal olsun abi, vay bee ne kavgaymış" türünden sözlerle onu onaylayıp gaza getirmekten de geri durmuyordum.
Gideceği rota bana ters olduğu için Antep'in girişindeki Nurdağı ilçesinde beni bırakmasını söyledim.
Arabadan inerken üzüm ve efsane hikayeleri için abiye teşekkür edip gecenin ve ilk defa geldiğim bu yere yabancı olmamın verdiği küçük endişeyle geceyi geçirecek bir yer aramaya başladım.
Saat 11'e gelmişti. Birazcık dolandım fakat etrafın ıssız olması ve sağda solda dolaşan bir sürü köpekle acayip tipteki insanlar beni iyice korkutmaya başladı.
Gerçi alışkındım böyle durumlara. Çadır kurmaktan vazgeçip bir cami aramaya başladım. Herkes bilir ki bir otostopçunun son kalesi camilerdir. Orası da düşerse onun vay haline.
Bir cami bulma ümidiyle etrafıma bakınırken beyaz bir minare gözüme çarptı. Gücümün son kırıntılarını harcayarak sırtımda belki de 20 kilo ile minareye doğru yürümeye başladım.
Caminin avlusuna girince içim güvende olduğum zamanlardaki gibi bir hisle doldu. Zaman kaybetmeden caminin içine girmem lazımdı fakat o da ne? Kapı kitliydi.
Ne yani geceleri camiler kapanıyor muydu? Güvende olduğum hissi bütün bedenime yayılmış ve bir gevşemeye yol açmıştı ki bu kötü haber tekrar canımı sıktı.
Kendi kendime "Belki de bütün camiler değil bazıları kapanıyordur?" diyerek bozuk moralimi düzeltmeye giriştim.
Başka bir cami bulmam lazımdı. Bütün geceyi; o kadar yorgunken yattığında taştan farksız gibi hissettiğin, caminin vidaları olmayan ve neredeyse eskimekten rengi gitmiş bankında geçiremezdim.
Uykulu, yorgunluktan feri gitmiş gözlerimle etrafta dolaşırken başka bir minareyi farketmem canlanmamı sağladı. Adımlarımı hızlandırmakta gecikmeden caminin kapısının açıldığını hayal ederek yola koyuldum.
İçimi müthiş bir heyecan, korku, ümit ve ümitsizlik kapladı. Hiç önemli olmayan bir mahalle camisinin, hiç önemli olmayan kapısının kapalı mı açık mı olduğu gecenin bir yarısı Nurdağı sokaklarında gezen bu otostopçu için tarif edilemeyecek derece de önem kazanmıştı.
Bütün bu acayip duygular içindeyken kapıya, bir leoparın avını dakikalarca sabırla bekledikten sonra acımasızca atılması gibi atılmıştım.
Ama leopar avını kaçırmış ve aç kalmıştı. Kapının kilitli olmasını farketmem o an için kapıyı kilitleyenlere kızmak için bahaneler uydurmama yol açtı.
Kendi kendime "Belki de ben sabaha kadar namaz kılmak istiyorum. Niye kitlediniz ki?" diyor, yorgum zihnimle onları azarlıyordum.
Tabiki de azarlamalarım hiç bir şeye yaramamış; bu gece o eski, tahta bankın kaderime kalın harflerle yazılmasını engelleyememişti.
O kadar uykum gelmişti ki daha fazla dayanamayıp kapının kilitli olmasını farketmemden önceki hayallerimi süsleyen, yumuşacık cami halısının düşüncesi içinde kendimi tahta banka bıraktım.
Rahatsız bir uykuya has olan sürekli uyanıp tekrardan uyuma ve 10 dakikayı geçmeyen uykular, yumuşacık olmasını çok istediğim tahta bank üzerinde bana eşlik etmeye başladı.
10 dakikada bir uyanıp ağrıyan yerlerimi ovalıyor bir yandan da "belki ben sabaha kadar namaz kılacağım" diye sayıklayıp duruyordum.
Aniden yükselen ezan sesi zaten pek uykuya benzemeyen ve hiç de yorgunluğumu gidermeyen uykumu böldü.
Caminin avlusunda olduğum için ses o kadar yüksek geliyordu ki sinirimin etkisiyle dinden çıkmaya yaklaşmıştım diyebilirim.
Tarihte inandığı dinin mabedinde dininden çıkan biri olduğunu pek sanmıyorum fakat tarihte bir ilki gerçekleştirmek üzere olduğum aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Ezanın bitmesine sevinmiş, sanki sadece sert olsun ve üzerinde yatan kişi bel ağrısından kıvransın diye yapılan banka uzanmıştım tekrardan.
Uykum, ağrılarım yarı baygın gibi bir hale sokmuştu beni.
Bank avlunun girişine baktığı için ben de uzanırken ister istemez yüzümü oraya çevirmiştim. Gözlerimi tam kapatacakken akla birisinin yürüdüğünü getiren bir ses kulaklarıma doldu. Gözlerimi açmamla donup kalmam bir oldu.
Cübbeli, bembeyaz sakallı bir dede bana doğru geliyordu. "Noluyor lan?" diyerek hareketsizce bekledim.
O an kafamın içinde dolaşan düşünceleri anlatmak pek kolay değil. Az önce ezana kızıp dine karşı mırın kırın eden ben, bildiğim duaları baştan sona bir kaç defa okuyup bitirmiştim.
Kendi kendime "Demin neler dedim! Beni hidayete erdirmek için mi geldi bu dede yoksa?" gibi o durumun içinde olmayan kişilere dünyanın en mantıksız fikirleri gibi gelecek şeyler düşünmeye başladım.
Yorgunluktan kırılan zihnim içinde olduğum durum yüzünden mantığı çoktan askıya almıştı.
O an dede "Ben yeni peygamberim ey evladım. Gel buraya." gibi cümleler kursa herhalde sorgusuz kabul eder "Ben zaten eski dinimden çıkmak üzereydim." diyerek onun ilk müridi olabilirdim.
Dede yavaşça bana doğru yaklaşınca kendimi doğrultmak zorunda hissedip "Acaba sadece peygamber mi yoksa kitap da getirdi mi?" sorusunu yeni bir dine giren ve inandığı dini ufacık merakıyla araştırmaya çalışan bir adamın soru dolu bakışlarıyla kendime soruyor ve onu izliyordum.
Dede yanımdan yavaşça geçip tam arkamdaki benim hiç farketmediğim abdest alma alanına geçti.
Ben de doğrulup o abdest alırken ayılmaya çalıştım. Zihnim ve düşüncelerim yavaş yavaş toparlanıyor; deminki saçma fikirlerimin yerini "heralde imam ya da cami görevlisi" gibi daha mantıklıları alıyordu.
Abdestini alınca caminin kapısını açıp içeriye girdi. Bu dünyaya o kapının açılmasını görmek için gelmişçesine sevinen ben, saatlerdir hayalini kurduğum o yumuşacık cami halısının üstüne bırakıverdim kendimi. Pek hatırlamamakla birlikte yaklaşık 40 dakika kadar uyudum.
Peygamber dede önce kuran okumuş ardından tek başına namaz kılmıştı. Ne kadar uyuyor olsam da hayal derecesinde sesini duyduğumu hatırlıyorum.
Belki de uykumun en derin yerindeyken gözlerim bir anda açıldı ve onu karşımda bana bakarken buldum.
Muhtemelen bana bir kaç defa seslenmiş, uyanmamı beklemişti.
Yüzüne yorgun gözlerimi çevirip "Kitleyecek misin dede?" dedim.
Çok sakin, sanki her gün benim gibi camiye şortla yatmaya gelen biriyle uğraşıyormuşçasına "Evet. Kitlemem gerekiyor." diyerek sorumu yanıtladı.
Dışarı çıkıp avludaki belimi ağrıtmayı dört gözle bekleyen tahta banka kendimi attım ve biraz daha uyudum.
Hayallerimi süsleyen yumuşacık halıdaki uykum beni kendime getirmiş sayılırdı.
İyice kendime geldikten sonra çantamı sırtlanıp yola koyuldum.
Zihnim iyice berraklaşınca olanları düşünmeye koyuldum.
Upuzun sakalı ve cübbesiyle dolaşan bu dedeye haksızlık ettiğimi düşündüm.
Çünkü camiye girerken aklımda, beni uyandırmaya çalışırken azarlaması, "bir de şortla gelmişsin terbiyesiz" gibi hakaretvari cümleler kurması vardı.
Fakat beni mahcup eden dede son derece saygılı ve insanca yaklaşmış; belki de kızmaya hakkı varken bu hakkından feragat etmişti.
Sırf alışkın olmadığım dış görünüşü yüzünden ona belli bir portre çizdiğim, kaba saba olmasını beklediğim dede, bana neredeyse hiç konuşmadan bir şeyler öğretmişti. Ne kadar önyargılı olmayan biri olduğumu düşünsem de bunun çoğunun lafta olduğunu, daha gidilmesi gereken yolumun olduğunu bana hatırlatmıştı.
Belki de en önemlisi insanın eğer öğrenmek isterse neredeyse hiç konuşmadığı, yarı baygın haldeyken gördüğü yaşlı birinden bile bir şeyler öğrenebileceğini hatırlatmıştı.
Beni, karşısına alıp bilgiçlik taslayan ama davranışları bir türlü anlattıklarına uymayan insanlardan daha çok etkilemiş; hayatıma daha çok dokunmuştu.
Kafamın içindeki düşüncelerle ve kendime olan küçük sinirimle Adıyaman yolunu tutup kefeme öğrendiklerimi koyarak bu fantastik geceden sonra yolculuğuma kaldığım yerden devam ettim.
Sürekli gezmek ve gezerken de öğrenmek dileğiyle.
