25 Haziran 2020 Perşembe

'İNSTAGRAMUS' ve YAŞAM ALANI 'BİYOSFER-İNS312'











Selamlar dayılarım ve bacılarım. Bu yazıda biraz makara yapalım istiyorum. Ama o kadar da boş konuşmayacağım inşallah.

Yeni bir canlı türü keşfettim dostlar. İsmi 'İnstagramus Fobus'. Bu canlı türünün yaşam alanı da yazdığım son makalede göreceğiniz gibi 'Biyosfer-ins312'. 

Bu canlı  genelde samimiyetsiz, bol like ve yorumlu, gösterişin hat safhada olduğu, diğer İnstagramus Fobus'lara sürekli bir şeyler ispatlamaya çalışılan asitli ve kuru topraklara yaşarlar. 

Genellikle dişi türler, birbirlerine karşı fotoğrafların altına 'bebegim, aşkım, çok güzelsin' gibi karşı tarafı aşırı övücü cümleler kurarlar. Tabi bu cümleleri kurdukları Instagramus Fobus'ların arkasından bazen öyle de güzel atarlar ki sormayın.

Erkek üyelerine gelirsek onlar da genelde 'adamm, ateş ediyon, mermiye zam geldi yapma' gibi karşılığı pek olmayan tuhaf bir dil kullanırlar. Dilleri olan 'İnstikçe' yaptığım son araştırmaya göre Türkçe'den evrilmiş olup çoğunlukla karşı tarafı aşırı övücü sözler içermektedir. 

Bu canlı herhangi bir şeyi yapmak istemez, sadece yaptığının bilinmesini ister. Bu konuda yazdığım 'Yapmayı ya da Yapmış olmayı istemek' yazısına göz atabilirsiniz. 

Bir önceki cümleye tekrar gelirsek. Daha doğru şekilde ifade edelim: yaptığının bilinmesini de değil aslında yapmış olarak bilinmeyi ister. 

Hemen bu efsane canlının bir davranışına örnek verelim. Bir kitap alır ve iki sayfa okuyup sıkılır. Zaten kitap okuma alışkanlığı da yok denecek kadar azdır. İşte tam burda türüne özgü davranışı gerçekleştirir ve kitabı hemen Biyosfer-ins312'de diğer canlılara sunar. Kitabı tavsiye edip beğendiği yalanını hiç düşünmeden söyler. Kitap okuyan biri olarak bilinmeye takmış ve kendini başkalarının onayına, beğenisine zincirlenmiş bir canlı türüdür bu İnstagramus Fobus.

Bu canlı dünyaya sanki diğer canlılara bir şey olarak gözükmeye gelmiştir. Herhangi bir şey olmayı ciddi olarak asla istemez. Sadece olmuş olarak bilinmeyi ister ve talep eder. 

Bu türün kızları ve erkekleri farklı davranışlar sergiler. Örneğin erkeklerde kaslı ve yırtıcı olduklarını gösterme davranışı varken, kızlarda ne kadar seksi ve güzel olduklarını ilan etme uğraşı karşımıza çıkar.

Eğer bu canlılardan bir kaç tane tanıdığınız varsa şunu hemencecik farkedersiniz: Bu canlının Biyosfer-ins312' deki yaşamıyla dünyadaki yaşamı asla birbirini tutmaz. Bu dünyada yapamadığı veya gerçekleştiremediği şeyleri Biyosfer-ins312'de kolayca yapmış gibi gözükür. Bu canlı türü Biyosfer-ins312'e öyle güzel adaptasyon sağlamıştır ki artık bu dünyada yaşayamaz olur. Gerçeklikte sapma ve kayma yaşar. Artık kendi biyosferi daha önemlidir. 

Kısacası bu canlı samimiyetsizliğin, tamamen dış görünüşün önemli olduğu, ruhsuz, huzursuz, karanlık ve killi topraklarda yaşar gider. Bu arada avlanma yasağı var haberiniz olsun. Dokunmayın bu canlılara. 

Sevgiler, saygılar dayılarım ve bacılarım. Bilim dünyasına yaptığım bu katkı dolayısıyla beni nobele aday göstermek isteyenler oldu. Böyle şeylere gerek yok. 

Kalın sağlıcakla.

21 Haziran 2020 Pazar

50 YAŞINDA GÖZLERİNİN DOLMASI

Hava alabildiğine kapalı, tüm dünya felaketin eşiğinde gibiydi. Bütün dertlerini yüklenmişken gökyüzü adeta intihar etmesi için en iyi ortamı hazırlıyordu. 
50 yaşına dün basmıştı. Yıllar önce, 50'sine bastığının ertesi günü intihara sürükleniyor olacağı beyninin tek bir hücresinde bile yer etmemişti, edemezdi. 

Bilinci kaybetmiş, uçurumun kenarına sürüklenirken nereye gittiğini, niçin gittiğini, nasıl gittiğini bilmez bir haldeydi. 50'sine basmış bir adam; bir an içinde olduğu durum gözlerinin önünden geçti: tüm servetini kaybetmiş, ailesi parçalanmanın eşiğinde, bütün dostları tek tek çekip gitmişti hayatından. 

Tek başınalığın ağırlığı kemiklerini kırmak bir yana yavaş yavaş eziyordu. Uçurumun kenarına geldi sonunda. Bir adım. Sadece bir adım vardı sonsuz uykuya, tek bir adım kalmıştı o dertsiz koyu karanlığa. Haberlerde gördüğü intihar eden insanlara şaşmanın, onları amansızca yargılamanın bedelini ödüyor gibiydi. Tek bir adım bütün bu sıkıntıları çekip alacaktı yüreğinden. 

Yaşam ve ölüm terazisinin tam ortasında gidip geliyordu. O an anladı insanı ayakta tutan tek şeyin umut olduğunu, o an farketti şu acımasız dünyanın en sert kılıç darbelerine umudun çelikten miğfer olduğunu. Miğferi de düşmüştü artık. 

Umutsuz, çaresiz; ölümün kıyısında, bir adım uzağındaydı. Ağlamamak için kendini o kadar zorlamıştı ki basınca bir süre dayanıp sonunda patlayan bir kap gibi şimdi göz yaşları kaptan boşalırcasına taşıyordu gözlerinden. 

Her dakika ölüme daha da fazla yaklaştığını hissediyor, ölümün o sıcak nefesini ensesinde duyuyordu. İyice dalmışken gök gürültüsü ile irkildi. Uçurumun dibine baktı. Az sonra uzanacağı yere göz attı şöyle. Cesedini hayal etti. Kafası kanlar içinde, saçları ıslanmış, gözleri kapalı, elleri iki yana açılmış şekilde ceseti geldi gözünün önüne. 

Tüm dertlerin bitecek olması ölüm için inanılmaz bir istek duymasına yol açtı cesedini hayal ettikten sonra. Kayıp gidiyordu işte hayatı ellerinden, kendisi de uçurumdan. 

Bir an, bir adım her şeyin sonu gelecekti.

İnsanın hep mutlu bir hayal düşleyip kendini uçurumun kenarında, ölümün kıyısında bulması ürküttü onu bir anlığına. Son kez hayatını geçirmek istedi aklından. Sanki bütün hayatı bu ana, bu küçük adıma hazırlamıştı onu. Onu buraya, ölümün kıyısına itmişti hayat yavaş yavaş. Bütün itici kuvvetleri geçiriyordu aklından tek tek. İşini kaybetmesi, ailesinin onu terk etmesi, dostunun onu dolandırması. Sanki bu uçurumun kenarından bir kaya gibi yuvarlanmak için gelmişti şu dünyaya. 

En zoru da her şeye rağmen içindeki yaşama içgüdüsünü bastırmaktı. 'Neyden korkuyorsun, at işte kendini' dedi kendine. Ellerim açık, kafam kan içinde uçurumun dibinde yatarken daha mı kötü hissedeceğim, diye geçirdi aklından. 

Gözlerini kapadı. Bitiyor işte derken bir ses kulaklarında çınladı: 'Baba, babaa'. İnsanın en umutsuz durumdayken bir anda hesapta olmayan bir sesle hayata bağlanmasının sesiydi sanki kulaklarında çınlayan. 
Ses devam etti: 'Babaaa, neredesin? Ben de seni arıyorum. Sana iyi haberlerim var'. 

Ah be çocuk! Bu haber öyle bir haberdi ki bir hayatı ölümün pençesinden çekip çıkarmıştı. Çocuk engellediği felaketten habersiz koşarak geliyordu. Adam gözleri dolmuş, oğlunun yanında bunun farkedilmesinin kendine yakışmayacağını düşündüğü için alelacele gözlerini sildi.

Bir ses, bir çocuk koca bir adamı uçurumun kenarından, ölümün keskin giyotininden çekip çıkarmıştı. 

17 Haziran 2020 Çarşamba

YANIMDAKİ SPERMİN KAZANMASI ve 'BEN' PROBLEMİ

Selamlar dostlar. Keyifler nasıl bakalım?

Yine küçük varoluş sancıları yaşıyorum. Varlığımın benim dışında hiç bir şey için bir anlamı yok gibi. 

Düşünüyorum da katıldığım hayatımın ilk amansız yarışını yani yumurtayı dölleme yarışını bir şekilde kazanmışım. Daha doğrusu benim yarım kazanmış yani genetiğin yarısının yumurtada olduğunu düşünürsek. 

Düşünsene abi milyonlarca sperm var ve o milyonlarcası değil yumurtayla beraber beni oluşturan sperm kazanmış. 
Hiç doğmasaydım, dünya ya da benim dışımdaki her hangi bir varlığın kaybedecek neyi vardı ki? 

Hemen yanımdaki sperm kazansaydı genetiğin yarısını o oluşturacak ve onun genetiği dünyaya gelecekti. Hiç doğmasam zaten bundan haberim bile olmayacaktı. Nasıl ki milyonlarcasının haberi yoksa. İyi de o zaman varlığımın anlamı ne? 

Gerçi bundan önce de bir soru var. Varlığımın anlamı olabilir mi? Diyelim ki olabilir o zaman nedir o? Mesela bazen insanları izliyorum. Hani klasiktir ya birisi şey der "bu kadar insan napıyor dünyada boşuna yaşıyor? Sanki amk çocuğu kendi atom parçalıyor. Ki atom bile parçalasan neyi değiştirir bu? 

İzliyorum insanları bir tane adam görüyorum mesela. Diyorum ki bu adam niye var abi? Neden doğmuş bu adam? Doğması gereksiz anlamında söylemiyorum yanlış anlaşılmasın. Yani hiç doğmasa ne olurdu ki? Tek tek her insanın, kendisi dışındaki her hangi bir varlık için anlamı yok bence. 

Dünyada 8 milyar insan var. Benim tanıdığım 100 kişi diyelim. Diğerlerinin varlığı hatta en yakınlarımın varlığı bile aslında benim için anlamsız. Hiç doğmasalar zaten hiç tanımayacaktım ve bir çoğunun doğmaması gibi olacaktı benim için. 

Doğanları düşünürsek doğamayanların yani yarışı kaybedenlerin oranı çok daha fazla. O halde benim var olmam her hangi bir şey için anlam taşıyabilir mi? Farkettim ki kendim dışında herhangi birisi için anlam taşıyamam. Hayatlarına hiç girmesen zaten haberleri bile olmayacaktı. Gerçi ben de doğmasam haberim olmayacaktı ama bir anda kendimi bu dünyada buluverdim napayım?

İnsanı siktir et. Hayvanlara bakıyorum. Kedi görüyorum sokakta. Her gün açlık tokluk kavgası veriyor. Bu kedi neden var diyorum. Varlığı kim için bir şey ifade ediyor ki? 
O bile kendisi için var bence. Varlığının kendisi dışında bir anlamı yok ve olamaz da bence. O halde diyorum madem ben 'kendim' için varım öyle kullanmayalım ki potansiyelimi eğer yanımdaki sperm kazanmış olsaydı çok şey kaybedeceğim bir hayat olsun. Eğer bu dünyaya hiç gelmeseydim bu benim için kayıp olmalı diyorum. Zaten bana göre insanın yapacağı tek şey kendisini sonuna kadar kullanmaktır. Dikkat et 'kendisini kullanmaktır'. 

İşte böyle bazen giriyorum dostlar varlık krizine. Demek ki sen de 'senin için' varsın sadece. Bu yazıyı sen değil de başkası okurdu hiç doğmasan. 

O zaman dostum sordun mu hiç kendine? Hiç doğmasan ne farkederdi?

11 Haziran 2020 Perşembe

Hz. İBRAHİM Mİ DAHA HAKLI MAYALILAR MI?

Selamlar dostlar. Keyifler nasıl? 

Bakıyorum da şöyle, bir inancı saçma ya da mantıksız bulmanın tek şartı o inanca mensup olmamak galiba. Müslümanlar göre Tanrı'nın oğlu olamaz bu çok mantıksızdır. Ama Hz. Muhammed'in ayı yarması falan pek problem olmuyor ve bunun mantıklı olması gayet normal karşılanıyor. Ya da Hinduların veya Budistlerin inançları da çok mantıksız müslümanlarca. Muhtemelen Hristiyanlar için de ayın yarılması falan çok mantıksız. 

Bu kadar mantıksız olan şeyler varsa heralde topluca insanlığın reddetmesi gerekirdi. Örneğin uçan köpek gibi. Bu herkesce mantıksızdır çünkü köpekler uçamaz. 

Karşı tarafı hemencecik mantıksız bulurken kendi mantıksız taraflarını bir türlü görmeyenler için güzel bir örnekle karşılaştım geçenlerde. 

Bir arkadaşla aramda geçen bir konuşmada farkettim bunu. Başlık çok anlamsız ve alakasız gözükebilir ama durun o kadar da değil. 

Bildiğiniz gibi Hz. İbrahim'in bir türlü erkek çocuğu olmaz ve Tanrı'dan bir erkek çocuk ister. Eğer erkek çocuğu olursa da onu kurban edeceğini vaat eder. Bir kaynak vereyim Nihat Hoca'dan, ordan da detaylı okuyabilirsiniz.

Buyrun: https://www.google.com/amp/s/m.sabah.com.tr/yazarlar/hatipoglu/2013/10/11/hz-ismaili-kurban-ettirmemek/amp.

Bilindiği gibi insan kurban etme olayı bir çok farklı kültürde de var. Bunlardan biri de Mayalıların kültürü ve inancı. Bu olayı ilk defa Morgen Freeman'ın sunucu olduğu 'İnancın Öyküsü' belgeselinde görmüştüm. İzlemenizi tavsiye ederim. 

Bir çok din, inanış ve kültürü konu edinen bence bilgilendirici bir belgesel. Mayalılar da zaman zaman insan kurban edermiş. Bunun sebebleri ise kıtlık, kuraklık, afet olması ve tanrıların onlardan bu sıkıntılar için insan kurban etmelerini istemeleri. 
Yani kısaca bir çok sıkıntı, problem ve sorun için birini kurban ediyorlar. İşe yarıyor mu bilmiyorum artık ama baya da devam etmişler bu kurban işine. 

Kısacası adamlar toplum için 'kendilerince' bunu mecburi olarak yapıyorlar. Çoğunluğun yaşaması için bir kişiyi feda ediyorlar. Osmanlı'daki kardeş katli misali. Asıl olaya geliyorum yavaş yavaş. 

Arkadaşım Mayalıların inancını çok saçma ve uygulamalarını da vahşice buluyor. Ama nedense Hz. İbrahim olayı için bir problem görmüyor ortada. 

Şimdi iki olayı kıyaslayalım biraz, tamamen ikisine de dışardan bakmaya çalışarak. 

Hz. İbrâhim bir erkek çocuğu kendisi için istiyor sadece. Ve erkek çocuk olursa da onu kurban edeceğini vaat ediyor. Kişisel bir istek dışında toplum yararı ya da bırakın toplumu her hangi başka bir insana bir fayda göremiyorum ben burada. Tamam isteyebilir bir erkek çocuk ona bir şey diyeyem ama asıl mevzu bu değil. 

Bizim Mayalılar ise bunu gayet toplum yararı için zorunlu görüyorlar. 
Daha çok için azdan vazgeçiyorlar ki klasik devlet politikası günümüzde budur. 

Şimdi burada Mayalılar çok daha ulvi ve yararlı bir iş yapıyormuş gibi geliyor bana. İnançları doğru olmasa bile doğru olduğunu varsayıp bütün herkesin yararı için bunu kendilerince 'mecburi' olarak yapıyorlar. 
Bu mecburiyet dışında herhangi bir istek ya da farklı bir dayanak yok. Eğer ikisine de tam ortadan bakarsak Mayalılar daha haklı ve doğru yapıyorlar gibi. 

Doğru derken bu arada kendi bakış açılarından doğruyu kastediyorum. Arkadaşım Mayalıları mantıksız ve cani bulurken Hz. İbrahim için hiç de öyle düşünmüyor. İnsanın kendisine ve kendisiyle birebir ilgili şeylere ne kadar subjektif olduğunun bir katını bence bu. 

Bu konuyla alakalı şöyle de güzel bir video var izleyin derim: 
https://youtu.be/eRC46Qb5M1U.

Genelde karşı taraf hep mantıksızdır. Bunu kendimize ispat ederiz. İnandıklarımızın mantıklı olduğunu kendimize ispat etmek daha zordur genelde. Ama karşı taraf mantıksızsa bu bir anlamda kendimize 'o mantıksız, ben onun gibi değilim demek ki ben mantıklıyım' demektir. 

Bunun sonucunda hemen içimizi bir rahatlama kaplar çünkü mantıksız olmak heralde dayanılmaz bir şeydir. Mantıklı olmak değil öyle olduğumuzu düşünmek daha önemli hale gelir. Dediğim gibi bunun da en basit yolu karşı tarafın mantıksızlığını kendimize 'kendimizce' ispat etmektir. 

Hem karşı taraf mantıksız olmuştur hem de biz mantıklı. Çifte kazanç valla. Güzel iş cidden. Zaten kendinden sürekli emin olmak bence bir çeşit rahatsızlıktır. 

'Kendinden emin olma sendromu' falan diye bir şey olması lazım bence literatürde. Vardır belki de varsa cahilliğime verin. 

Evet bugünkü yazım da bu kadardı. Umarım kendimi iyi şekilde ifade etmiştimdir. Hayır deseniz bile hemen sizin mantıksız düşündüğünüzü kendime ispat etmeye ve kendimi mantıklı bulmaya falan çalışırım:). 

Ne de olsa ben de insanım. İnsanın subjektifliği de böyle garip ama bir o kadar da doğal bir durum dostlar.

Kalın sağlıcakla.

8 Haziran 2020 Pazartesi

ESKİ SEVGİLERİMİN AĞIR SİKLET BOKS MAÇI

Leydiiis eeen centılmıın. Hepiniz "Eski Sevgilerim Ağır Siklet Kemeri" boks mücadelesine hoş geldiniz. 

Bu yüzyılın maçı olabilir ona göre. Hakem tabiki de benim. Mavi köşede 1.5 yıllık sevgilim sevgili1, kırmızı köşedeyse 1.5 aylık sevgilim sevgili2 yerlerini almış durumda. 

Bu maç tecrübesiz Muhammed Ali ile yaşlı kurt Sonny Liston maçını andırıyor adeta. Evet bahisler kapanıyor. Herkes acele etsin bakalım. Yazının sonunda kazananı açıklayacağım. Yaslanın bakalım arkanıza.
   
Evet dostlar bu tuhaf girişten sonra mevzuya geçelim yavaştan. Bu arada yazıyı ikinci kez yazıyorum. Uygulamadan çıktım baktım ki kaydetmemiş.

Son 1 ayda falan acayip garibime giden bir olayla karşılaştım. Bunun üzerine biraz kafa yorunca kendimce neden böyle olduğunu açıklamaya giriştim. Belki de öyle olmasını istediğim nedeni de bulmuş olabilirim. Karar sizin bi' anlatayım bakalım. 

Önce altyapıyı vereyim. İlk sevgilimle 1.5 yıllık bir beraberliğimiz oldu. Aynı okuldaydık. Her günümüz beraber geçiyordu neredeyse. İlk kez yaşadığım için bazı şeyleri, tadı da bir başka oluyordu tabi. 

Hani derler ya "ilkler unutulmazlar" diye tam da öyle bir şey. Cidden seviyorduk birbirimizi ve hani evlenmek falan o kadar hayal değildi ikimiz için. 

Neyse sonra kötü gitti tabi. 1.5 senenin sonunda ayrıldık. Tabi bu sonraki olaylar bambaşka bir yazının konusu. Onu da ele alacağım. Ama burada konuyu dağıtmamak için kısa geçiyorum. 

İlk sevgilimden ayrıldıktan sonra son sevgilimle tanıştım. 1.5 ay gibi kısa bir süreliğine beraberlik yaşadık. Olup bitiverdi sanki hemen. Başta çok iyiydi her şey - her ilişkinin klasiği- cicim ayları işte. 

Tabi bizim cicim ayları falan çok kısa sürdü ki hatun tekmeyi bastı bana:). Ondan da ayrılalı 1 seneden fazla oldu. 
Son sevgilimden sonra ne birinden hoşlandım ne de birine yazdım. Hevesim de kalmadı valla. Bir kaç ilişki yaşayan sonra bıkan erkek sendromuna tutuldum resmen. 

Başlıkta yazdım ya boks maçı diye mevzu bu iki sevgilimin üstümdeki tesirleri. İlk sevgilimi ne zaman düşünsem ya da aklıma gelse içimi müthiş bir yabancılık hissi kaplıyor. İnanır mısınız sanki tarihin bir yerinde yaşamış, öylesine kulağıma gelmiş bir isim kadar uzak hissediyorum kendimi ona. Bu nasıl olur abi? 

Bu hissi yaşamayan bilemez. İnanılmaz bir yabancılık hissi. 1.5 sene beraber olduğum, her şeyi yaşadığım bu insana bu yabancılık nasıl mümkün olabilir? Hadi bu oldu diyelim. Asıl vurucu yere geliyorum. Sadece 1.5 ay ilişki yaşadığım insana duyduğum o anlamsız yakınlık peki nedir? Ayrılalı 1 seneyi geçmiş, yüzünü görmeyeli aylar olmuş ama sanki bir kaç gün önce ayrılmışız ve eninde sonunda barışacağız gibi hissediyorum. 

Bunun böyle olmasını isteyip istemediğimi çok düşündüm. Tam olarak istiyorum denemez. Artık olmayacağı belli bir şey ki bunu söylerken bile hala küçük bir inanç yok değil içimde. Ama istememden bağımsız olarak bu olay cereyan ediyor. Sanki geçici bir ayrılık yaşıyoruz ve her şey çok olağan. Nasılsa eninde sonunda barış var gibi hissediyorum. 

Bakın böyle düşünmüyorum ama hissediyorum işte garip şekilde. Bunun neden böyle olduğunu sonunda birazcık fark ettim galiba. Bakalım siz ne diyeceksiniz. 

İlk sevgilimle bir buçuk sene sevgili olduk ama o gün farkında olmayıp bugünden farkında olduğum bir gerçek var: ilk sevgilimin yanında çoğunlukla kendim olamadım. Bana pek kendim olma imkanı vermedi. Hadi onu suçlamayayım. Ben o imkanı pek görmedim ve kullanmadım da. 

Fark ediyorum da biz 1.5 sene yakın olmuşuz ama hep bi' yabancılık varmış. Ben hep bir şeyleri gizlemişim. Yanlış anlaşılmasın kötü şeyler değil bunlar. Hani ilkokulda herkesin babasının mesleği güzeldir de sen "babam çiftçi" diyemezsin ya. Onu da yaşadım çünkü ordan biliyorum. Onun gibi bir şey. 

Garip bi' utanma tuhaf bi' sıkılma hissi. Şunu diyebilirsiniz: kaç yaşında adamsın sevgilinden neyi saklıyorsun? Pek haksız bir itham değil ama arka planı çok be dostlar. 

İnsan diğer insanları hep kendi arka planına göre yargılar genelde. Ama baz alınması gereken o kişinin kendi arka planıdır. Neyse dağıtmayalım. 

Netice itibariyle olan şey buydu. Ben hep acaba ne der diye bir şeyleri gizledim. Özellikle başlarda. Sonra da gizlemesem de söylerken hep bi' sıkılganlık vardı üzerimde. Biraz da onun verdiği tepkiler sebebiyle. 

Aile yapısı olarak falan yabancıydık birbirimize. İlişkiyi özetlersek birbirini seven iki yabancı diyebiliriz. Belki de o yüzden şimdi ne zaman aklıma gelse müthiş bir yabancılık hissediyorum. Onlayken bu hisse sevgi üstün geliyordu muhtemelen.  Ama vardı yine de. Sevgi kalmayınca artık bu his belirginleşti. 

Gelelim son sevgilime. Son sevgilimle 1.5 ay sevgili kaldık ama ilk günden itibaren tamamen kendim oldum onun yanında. İnanır mısınız bana kendim olabilme imkanını o kadar güzel verdi ki. Belki de o vermedi ama ben hep kendimdim. Bir şeyden bahsederken acaba ne tepki verir diye düşünmedim. Sağolsun o da hep böyle düşünmemem gerektiğini bana ispatladı. 
Ne söylesem çok normal gibi karşıladı. Yargılamadı. Tuhaf ya da saçma bulmadı. 

Onunla geçirdiğim 1.5 ayda ilk sevgilimle geçirdiğim 1.5 senede olduğumdan çok daha fazla kendimdim. Şimdi ne zaman aklıma gelse o yakınlık hissi hemen belirginleşiyor ve kendimi hala ona yakın hissediyorum. 

Evet ilkler unutulmaz ama asıl iz bırakan bence sana en çok sen olma fırsatını verendir. İnsan galiba en çok kendi gibi olanı ya da ona kendisi olabilme fırsatını vereni seviyor. 

Son sevgilimle beraberken ona kendimi çok yakın hissettiğini net şekilde hatırlıyorum. Sanki yaşadıklarımı başkasından dinliyormuş gibiydim bazen. İzlediğim film benim hayatımın filmiydi sanki. Bugün hala içimde o "dün ayrılmışız ve bir kaç güne barışaçağız" hissi duruyor. Bana iyilik mi yaptı kötülük mü? Anlamadım gitti be dostlar. İçimi de döktüm valla. Umarım sıkılmadınız.

Evet maç bitti sevgili seyirciler. Demiştik ya bu maç Muhammed Ali ile Sonny Liston maçı gibi olur diye. Herkes Sonny Liston kesin kazanır derken 22 yaşındaki Ali yaşlı kurdu devirivermişti. 

Sevgili2 de ilk roundda bitirdi bu işi. Kusura bakma sevgili1, kaybettin. 
Ve kemer, sahibini buluyor. 

Sevgili2 mikrofonu aldı açıklama yapıyor: "Senden ayrıldığımdan beri çok mutluyum bu saçma maçı bir daha da düzenleme"
Ben cevap veriyorum: " Kızım ne diyon?Herkesin ortasında aldın kemeri gülümse biraz herkes bize bakıyor."
Sevgili2: "İyi tamam zaten tekmeyi koydum bi' de seni rezil etmeyeyim"

Evet gördünüz hatun haklı:). Neyse dostlar şimdi kalkıp demeyin insan ilişkilerini kıyaslar mı diye? Bu tuhaf durumu çözmenin tek yolu buydu. Ve kendimce böyle bir sonuca vardım. Siz ne dersiniz?

Güzel bir sözle bitirsek fena olmaz. "Sana sen olma fırsatını verenlerin kıymetini bil. Çünkü onlar seni seviyor, olmalarını istediğin kişiyi değil". 

Kalın sağlıcakla.


3 Haziran 2020 Çarşamba

DAYANILMAZ BİLİNME İSTEĞİ ve "TANRI" ALTERNATİFİ

Herkese selamlar dostlar. 

Başlıkları böyle birazcık dikkat çekici atmaya çalışıyorum umarım az çok işe yarıyordur. Çünkü başlığın içeriğin okunmasına olan katkısı yadsınamaz. 

Bu yazıda aslında herkes tarafından bilinen bir olay üzerine konuşacağım. Konumuz insanın şu baş belası "bilinme isteği" genel anlamda. Daha dar anlamda ise iyi ve güzel şeyler yaptığımızda diğerlerini haber etme isteği. 

İnsanın aklına geliyor bazen "Abi ben öldükten sonra beni kral gibi ansalar nolur? Zaten haberim bile olmayacak." 
Bu yaptığımız iyi ya da güzel şeylerin bilinmesi isteğimizi bugün büyük oranda instagram karşılıyor gibi. Yani insanlar gönüllü oluyor ya da bağış yapıyor ve ardından sosyal medyada bunları paylaşıyor. 
Yani "insanları bilinçlendiriyoruz" açıklamasını pek de samimi bulmuyorum. Temel sebeb kişinin ne kadar yardımsever biri olduğunun başkaları tarafından bilinmesini istemesi. Haberdar etmenin tek yolu yaptığın mehmetçik vakfı bağışını hikayeye atmak olmasa gerek. 

Tabi bu bilinme isteği gayet doğal ve insanidir bence. Ama bunu kabul etmeyenler beni biraz sinir ediyor. 
Abi, insan budur yani sakin ol. İnsan yaptığı güzel şeylerin bilinmesini ister. Bunu kabul edebilirsin problem yok. Ama bu bir yerden sonra bence çığırından çıkıyor gibi. Bir yerden sonra sanki sadece başkalarına iyi olduğunu göstermeye dönebilir olay. Ve bunu önlemek de kolay değildir. Çünkü insan güzel geri dönüşler aldıkça -bunlar samimi olmasa bile- ister istemez bunu devam ettirmek isteyecektir. 

Buna bir alternatif olduğunu düşünüyorum ve birazdan bahsedeceğim. Öncelikle "riyakarlık" ile "bilinme isteğini" ayıralım. Bilinme isteği gayet doğal ve insanidir. Bilinme isteğinde iyiliği yapmadan önce çok hesap kitap yapmayız. Yaptıktan sonra sadece başkalarının da bilmesini isteriz. 

Riyakarlık ise bunun tam tersi sayılabilir. Burada ise iyilikten önce hesap-kitap devreye girer. Örneğin hoşlandığınız kız hayvan hakları savunucusudur ve sokak kedisine yemek verirken bir fotoğraf çekip hikayeye atarsınız. İşte bu tam anlamıyla riyakarlıktır ve istediğini elde ettiğinde artık öyle davranmazsın. Kedi görünce atarsın bir tekme. 

Şimdi asıl konuya gelelim. Bilinme isteği gayet insani ve bir şekilde tatmin edilmesi gereken bir dürtüyse ve bunu sürekli insanlar aracılığıyla tatmin etmek zamanla problemlere yol açıyorsa tam burada Tanrı yardımımıza koşabilir. 
Şunu netleştirelim: Burada Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu problemi üzerine konuşmuyoruz. O başka yazıların konusu. Sadece, bu bazen insanın karşı koyamadığı bilinme isteğinin Tanrı ile giderilebiliceği tespitinde bulunuyorum. Katılmayabilirsiniz tabi. Ama etrafıma baktığımda herkesin insta'sı maşallah iyilik meleği insta'sı gibi. 
Neyse devam edelim. 

Her hangi bir iyilik yaptın. Ve o baş belası istek dürtmeye başladı. Ve dedin ki kendi kendine"zaten Tanrı'nın haberi var. 
Boşver gitsin diğer insanları, onlar bilmese de olur". Bunun bir yararı da eğer gerçekten samimiysen Tanrı'nın seni mutlaka takdir ettiğinden eminsindir. Bazen insanlar sana "showcu" diyip canını bile sıkabilirler. 

Bu bilinme isteğini aşabilen varsa helal olsun demek gerekir bence. Ben mesela bu yazıları, kafamdan geçen ve az-buçuk mantıklı olduğunu düşündüğüm fikirleri insanlar da bilsin diye yazıyorum. 
Tabi burada geri dönüş alma imkanım da var. Geri dönüş alınca da insan seviniyor ve insanların beğendiğini görmek istiyor. 
Eğer Tanrı bana feedback verseydi şu şu iyi ama şu yazıda şıçmışsın şeklinde herhalde yazmazdım bunları. Ama feedback gelmiyor maalesef. Dediğim gibi tatmin edilmesi gereken ve gayet doğal olan bazı dürtülerimizi bastırmayı bırakıp -bu zaten başlı başına yanlış bir yöntem- doğru şekilde tatmin etmeliyiz. 

Küçük bir olaydan bahsedeyim. Kış ayında çok soğuk ve yağmurlu bir gündü. Ev arkadaşım arkadaş1 (ismi bu olsun ifşalamayalım) çöp dökmeye gitti. Geldiğinde çöpün yanında bir tane çocuk gördüğünü, çocuğun üstünde, başında bir şey olmayıp titrediğini söyledi. Ardından bir kaç tane eşya alıp çocuğa götürdü. Buraya kadar problem yok. 

Sonra sevgilisini arayıp bir iki naber nasılsın cümlesinden sonra bu olayı anlattı ve çocuğa yardım ettiğini, çok üzüldüğünü söyledi. 
İşte bahsettiğim olay da tam bu. Hiç hesapta yokken gayet iyi niyetle yardım etti. Ama sonra içindeki bilinme isteği onu harekete geçirdi. Zannetmiyorum ki önceden hesap etsin sevgilisini aramayı. Zaten bunu söylemesi için bilinme isteği dışında bir sebeb bile yok. 

İyilik yapmasının nedeni bilinme isteği değildir, onunla karıştırmayalım. İyiliği yaptıktan sonra sevgilisini aramasının sebebi o istektir. 

Bence Tanrı alternatifi kulağa gayet hoş geliyor. Yaptığın iyiliği tam anlamıyla bilen ve ona göre bir şeyler düşünen biri var. 
Ki bu varlık öyle ölüp giden, herhangi bir kusuru da olan bir varlık değil. Bu isteği tatmin etmek için iyi bir alternatif bence.

Neyse dostlar bugünkü yazı da bu kadar olsun. Aklımda bir şey vardı da unuttum valla. Zaten acıktım da. Klasiği gerçekleştirip güzel bir sözle bitirmek isterim de aklıma söz de gelmiyor inanın ki. 

Neyse sağlıcakla kalın. Görüşmek dileğiyle.