12 Aralık 2020 Cumartesi

HAYATIN AMACI NEYDİ? NE OLDU?

Yüzlerce hatta binlerce yıl öncesine, atalarımızın hala vahşi doğada yaşadığı zamanlara doğru küçük bir yolculuk yapalım.

(Afilli bi' tane zamanda geriye gidiş efekti)

O zamanlarda, bütün canlıların olduğu gibi atalarımızın da tek derdi hayatta kalmak ve soylarını devam ettirmekti.

Doğa, bütün canlılar için bu amacı seçmişti. Doğaya bir kişilik affetmiyorum fakat nasıl olduysa işler böyle gelişti. En basitinden en gelişmişine, canlı diyebileceğimiz varlıkların yegane amacı varlıklarını devam ettirmekti.Varlıklarını devam ettirmek için de yukarıda dediğim gibi iki şart vardı: bir şekilde hayatta kalmak ve üremek.

Hiç bir canlı bu yegane amaç dışında başka bir şeyi kendisine amaç edinmedi. Amaç aynı zamanda beraberinde anlamı da getirdiği için her canlının hayatının anlamı yine o biricik hayattı. Hayatın kendisi dışındaki her hangi bir şey anlamsızdı. 

Bütün canlılar tam da bu yegane amaç için çeşit çeşit, kendilerine özgü yetenekler geliştirdiler. Kimisinin sivri pençeleri, kimisinin çok iyi duyan kulakları ortaya çıktı. Sahip oldukları bütün özellikler bu yegane amaç içindi. 

Fakat bir tür var ki en çok beyni gelişti.
İşte bütün mesele tamda burada düğümlendi ve bazılarımızı şuanda hayatın anlamından yoksun bırakan, "Hayatın amacı nedir?" diye düşünmeye iten ilk adımlar o zaman atıldı. Şimdi bu serüvene biraz yakından bakalım.


Sapiens Murat (M.Ö 30k; tarihin ilk vesikalığı)


Bu arkadaş Sapiens Murat. Hayatının amacı ve anlamı yine hayatın ta kendisi.

İnsanlar hayatta kalma amacını gerçekleştirmek için beyinlerini olabildiğince kullandılar. İlk mızrak yapan arkadaşın maksadı neydi?
Hayatta kalma ve avlanma şansını artırmak; kısacası işleri biraz daha kolaylaştırmak. Hayatta kalma şanslarını attırmak için ne yaptılarsa bu onları geri dönülmez bir yola soktu. Sözgelimi, mızrak bir defa yapıldıktan sonra kim kalkıp hala çıplak elle geyik avlar ki?

Amaca ulaşmak için çekilen çile ne kadar fazlaysa amaca ulaşıldığında elde edilen tatmin de o kadar fazladır.
Mesela bu Sapiens Murat çıplak elle avladığı geyiğin zevkini mızrakla avladığında alamaz. Ama işi şansa bırakmamak için o mızrağı kullanmak zorundaydı.

Yaşama şansını arttırmak için atılan ilk adımdan sonra insanlar şanslarını giderek daha da fazla arttırdılar. Yarını garantiye almak için verilen bu uğraş onlara evler, aletler gibi yaşama şanslarını iyice arttıran şeyleri hediye etti.

Yarını garantiye aldıktan sonra insanlar artık eskisine kıyasla daha fazla zaman buldukları için daha fazla düşünmeye başladılar. Nereden geldiklerine, ölünce nereye gideceklerine vesaire gibi şeylere kafa yormaya başladılar. İnsanların nereden geldiklerine dair onlarca mitolojinin bulunmasının sebebi budur. Türklerin başka, Kızılderililerin başka, Arapların başka hikayeleri vardır insanın kökenine dair. 

Az da olsa hayat amaçlarına ulaşmaları -yani hayatta kalma ve üreme amaçlarını gerçekleştirmeyi garanti altına almaları- onları amaçsız bıraktı. Çünkü insanı motive eden şey amacın henüz gerçekleşmemiş olmasıdır. Amaca ulaşıldıysa artık ortada bir itici güç yok demektir.

Yarınını ve hayatta kalmayı az çok garantiye almış bu Sapiens Murat hala neden hayatın kendisini amaç olarak görsün ki? Bunun için fazla bir efor sarf etmesi gerekmiyor, en azından eskiye oranla. Tam da burada işte ilk ilkel inançlar ortaya çıktı.

İnsanlar tarımı da keşfedince müthiş bir nüfus artışı meydana geldi ve yerleşik hayata geçtiler. İşte ilkel inançlar yerlerini daha sistematik olanlara bıraktı.

İnsan, kendi elinden kendi amacını aldı. Çünkü amacına ulaşmak için attığı her adım onu amaçsız bırakmak için atılan bir adımdan başka bir şey değildi.

Yerleşik hayata tamamen geçen ve tarımla yiyecek sorununu büyük oranda çözen insanlara -en azından bazılarına- kafa yormak için daha da fazla zaman kaldı.

Artık hayatın kendisi insanı amaç olarak tatmin etmediği için bu muazzam boşluğu din doldurdu.

Dinin toplumsal bir çok yararı yanında -söz gelimi insanları ortak bir amaç etrafında toplaması, insanlara kuralları kabul etmeleri için çok geçerli nedenler vermesi- bireysel anlamda en büyük yararı hayata bir amaç ve bununla beraber bir anlam vermesidir. 

Amaç ve anlamdan yoksun kalan insanlara din şunu telkin etti: Hayatın amacı hayatta kalmak ya da üremek falan değildir; hayatın "asıl" amacı tanrı ya da tanrıların rızasını kazanmak ve cennete ya da ödüle ulaşmaktır. Bu ödül, semavi dinlerdeki gibi bir cennet ya da uzak doğu dinlerindeki gibi reenkarnasyon temelli ödüller olabilirdi.

Bir çok dinde bir gün herkesin yargılanacağı ya da herkesin yaptığının karşılığını alacağı düşüncesi tam da bu yüzden var. Eğer kimse yaptığından sorumlu değilse ve en kötüler, en caniler bile iyiler gibi ölüp yokluğa karışacaksa hayatın anlamı nedir ki? İşte bu soruya din öyle bir cevap verdi ki insanı muazzam bir şekilde tatmin etmeyi başardı. 

Bu arada bu Sapiens Murat yerleşik hayata geçince sanattır, bilimdir aldı başını gitti. Yarın ne yiyeceğini bilmediğin bir düzende bunların hangi biri yaşanabilirdi?

Tabi dinin verdiği bu hayat amacına arada çıkıntılık yapıp başka şeyler söyleyenler de oldu. Örneğin Aristo hayatın amacının kişisel mutluluğu sağlamak olduğunu söylediğinde yapmaya çalıştığı şey hayata bir anlam vermeye çalışmak değil miydi? "Bunun yolu da erdemli bir hayat yaşamak sevgili Sapiens Murat kardeş" derken tam da bu amaç boşluğunu doldurmak istemiyor muydu?

Dinler amaçsız kalan insana öyle bir cevap verdi ki bu cevap şu anda insanların çoğunu hala tatmin etmeyi başarıyor. 

Bugün ortalıkta "Din yoksa hayatın anlamı ne?" diye gezinen insanlar işte bu muazzam boşluğu farkedenlerdir. Fakat bu öyle bir ironi ki ataları amaçlarına ulaşmak için ne yaptılarsa bugün insanlar tam da o yüzden amaçsız kaldı. 
Dinin doldurduğu müthiş boşluk eğer din yoksa hala yerinde durmaya devam ediyor.

Atalarımız elimizden "hayatın amaç olduğu" düzeni aldığı için bugün bir çoğumuz hayatta kaldığı ve üreyebildiği için kendini amacına ulaşmış hissetmiyor haliyle. 

Biz amacımıza ulaşmış hissetmesek de çoğu davranışımızın ardında hala o ilk amaç var. Çoğu davranışımız hayatta kalmak ve üreme içgüdüsüne dayanıyor.

Fakat doğada bırakıp gittiğimiz diğer canlılar hala ilk ve tek amaçlarına ulaşmak için uğraşıp duruyorlar. 



Hayatının amacı için varını yoğunu veren delikanlı sinek


Geçen gün evde sinek avlıyordum. Bir tane sineği tekte indirdim. Ayıptır söylemesi sinek avlamada fena değilimdir. Bir kaç dakika sonra sineğin kıpırdandığını gördüm ve onu incelemeye başladım. Ayakları kullanılmaz halde kanadının bir tanesiyle uçmaya çalışıyordu. Uçup gitmek ve hayatına devam etmek için öylesine muazzam bir çaba gösteriyordu ki görmek gerekti cidden. Bir insan o kadar uğraşsa kim bilir neler yapar? Bir sinekten bahsediyorum: dünyada milyonlarcası bulunan ve bir kaç hafta ömrü olan. Bu sineğin bu muazzam uğraşı niye? Neden bu sinek hayatta kalmak için bu kadar uğraşıyor? Ne yapacak yani hayatta kalıp?

Ulan zaten öleceksin bir kaç güne ve senden binlerce var. Ayrıca yaşayıp ne yapacaksın? Sineksin oğlum sen sinek!
Ama tabiki de sinek kardeş amacına ulaşmaya çalışıyor; olay bu kadar basit. Amacı da atalarımızın ve bütün canlıların sahip olduğuyla aynı: hayatta kalmak ve üremek. Bir sineğin kendi açısından kendi hayatı, benim açımdan benim hayatımdan niye daha önemsiz ki?
Nasıl oluyor da onun elindeki tek şeyi, hayatını kolayca alabiliyorum?

Doğada yaşam hakkı ya da her hangi bir hak yoktur. Bunların hepsi daha iyi yaşamak için bizim icat ettiklerimiz. Nasıl ki araba, telefon daha iyi yaşamak için bir icatsa. 

Doğada, var olmak demek ötekini yok etmek demektir. Böyle bir düzende hangi haktan hangi hukuktan bahsedilebilir?

Baya da uzamış yazı. Ufaktan toparlamak fena olmaz.

Dediğimiz gibi "hayatın" amaç olduğu o konsept çoktan geçti ve o trene binmek artık neredeyse imkansız. Ama bununla beraber o konsepte yaşayan insanlar hala da var maalesef. Maalesef diyorum çünkü açlık tokluk kavgası vermek hiç de kolay değil.

Dinlerin verdiği "hayat amacı" konsepti de yavaş yavaş elimizden gidiyor. Artık dinler önemini kaybediyor ve biz bazen kabul etmekte zorlansak da modern yaşamın gerisinde kalıyor.

Peki insanı amaçsızlık ya da anlamsızlık bu kadar rahatsız ederken ne yapmalı?

Hayatın kendisi artık bizim için anlamlı değil. Fakat yaşamak için ona bir anlam vermek gerek bana kalırsa.

Çok basit bir örnek gibi gözükse de bir örnek verip ortamı şenlendireyim.
Örneğin bir kitap ayracının ne anlamı olabilir? Alt tarafı milyonlarca kitap ayracından, yolda görsek üstüne basıp geçeceğimiz binlercesinden biri.
Ayracın kendisi anlamsızdır. Ama ya onu çok sevdiğimiz biri bize hediye ettiyse? Artık o kadar anlamsız mıdır? Ya da en sevdiğimiz yazarın bir sözü yazıyorsa üstünde? İşte kendisi anlamsız olan bir kitap ayracına bile insan isterse anlam verebilir.

Bana kalırsa hayat karşısındaki tavır da aynen bu şekilde olmalıdır. Evet, hayatın kendisi anlamsızdır. Fakat ona bir anlam verme fırsatımız varken bunu neden yapmayalım? Ne yani her şey anlamsız deyip köşemizde ölümü mü bekleyelim? Ya da intihar mı edelim?

Belki de refahın yüksek olduğu ülkelerdeki intiharların büyük bir sebebi de budur. Bu anlamsızlığa dayanamayıp bocalamaktır bütün mesele.

Gerçeği bildikten sonra en büyük sorun ona tahammül etmektir. Bu gerçek karşısında bocalamamak kolay değil.

Peki hayata bir anlam ve amaç vermek ne demektir? Bütün hayat boyunca bizi motive edecek bir amaç olabilir mi?
Ya amaçla karıştırılan hedefler? Bu sorular da başka yazının konusu olsun.

Şimdilik benden ve Sapiens Murat'tan bu kadar. Sağlıcakla kalın.

Kitap tavsiyesi: ÖLÜ CANLAR, Gogol

29 Kasım 2020 Pazar

OTOSTOP HİKAYELERİ - BÖLÜM 2

ANTEP'TE FANTASTİK BİR GECE VE PEYGAMBER DEDE


Hava iyice kararmıştı. Tırına misafir olduğum abi bir şeyler anlatıyor -ki bilen bilir bir tırcı hiç susmadan saatlerce muhabbet edebilir- bense geceyi nasıl geçireceğimi düşünüyordum kara kara.

Karnım da acıkmıştı hafiften; neyseki tırcı abinin aldığı bir kaç kilo üzüm imdadıma yetişti. Bir yandan üzümün olduğu torbaya elimi daldırıyor bir yandan da abinin anlattığı fantastik, beş kişilik ekibiyle elli Suriyeliyi dövdüğü hikayeyi can kulağıyla dinliyordum ve "helal olsun abi, vay bee ne kavgaymış" türünden sözlerle onu onaylayıp gaza getirmekten de geri durmuyordum.

Gideceği rota bana ters olduğu için Antep'in girişindeki Nurdağı ilçesinde beni bırakmasını söyledim.

Arabadan inerken üzüm ve efsane hikayeleri için abiye teşekkür edip gecenin ve ilk defa geldiğim bu yere yabancı olmamın verdiği küçük endişeyle geceyi geçirecek bir yer aramaya başladım.

Saat 11'e gelmişti. Birazcık dolandım fakat etrafın ıssız olması ve sağda solda dolaşan bir sürü köpekle acayip tipteki insanlar beni iyice korkutmaya başladı.

Gerçi alışkındım böyle durumlara. Çadır kurmaktan vazgeçip bir cami aramaya başladım. Herkes bilir ki bir otostopçunun son kalesi camilerdir. Orası da düşerse onun vay haline.

Bir cami bulma ümidiyle etrafıma bakınırken beyaz bir minare gözüme çarptı. Gücümün son kırıntılarını harcayarak sırtımda belki de 20 kilo ile minareye doğru yürümeye başladım.

Caminin avlusuna girince içim güvende olduğum zamanlardaki gibi bir hisle doldu. Zaman kaybetmeden caminin içine girmem lazımdı fakat o da ne? Kapı kitliydi.

Ne yani geceleri camiler kapanıyor muydu? Güvende olduğum hissi bütün bedenime yayılmış ve bir gevşemeye yol açmıştı ki bu kötü haber tekrar canımı sıktı.

Kendi kendime "Belki de bütün camiler değil bazıları kapanıyordur?" diyerek bozuk moralimi düzeltmeye giriştim.

Başka bir cami bulmam lazımdı. Bütün geceyi; o kadar yorgunken yattığında taştan farksız gibi hissettiğin, caminin vidaları olmayan ve neredeyse eskimekten rengi gitmiş bankında geçiremezdim.

Uykulu, yorgunluktan feri gitmiş gözlerimle etrafta dolaşırken başka bir minareyi farketmem canlanmamı sağladı. Adımlarımı hızlandırmakta gecikmeden caminin kapısının açıldığını hayal ederek yola koyuldum.

İçimi müthiş bir heyecan, korku, ümit ve ümitsizlik kapladı. Hiç önemli olmayan bir mahalle camisinin, hiç önemli olmayan kapısının kapalı mı açık mı olduğu gecenin bir yarısı Nurdağı sokaklarında gezen bu otostopçu için tarif edilemeyecek derece de önem kazanmıştı.

Bütün bu acayip duygular içindeyken kapıya, bir leoparın avını dakikalarca sabırla bekledikten sonra acımasızca atılması gibi atılmıştım.

Ama leopar avını kaçırmış ve aç kalmıştı. Kapının kilitli olmasını farketmem o an için kapıyı kilitleyenlere kızmak için bahaneler uydurmama yol açtı.

Kendi kendime "Belki de ben sabaha kadar namaz kılmak istiyorum. Niye kitlediniz ki?" diyor, yorgum zihnimle onları azarlıyordum.

Tabiki de azarlamalarım hiç bir şeye yaramamış; bu gece o eski, tahta bankın kaderime kalın harflerle yazılmasını engelleyememişti.

O kadar uykum gelmişti ki daha fazla dayanamayıp kapının kilitli olmasını farketmemden önceki hayallerimi süsleyen, yumuşacık cami halısının düşüncesi içinde kendimi tahta banka bıraktım.

Rahatsız bir uykuya has olan sürekli uyanıp tekrardan uyuma ve 10 dakikayı geçmeyen uykular, yumuşacık olmasını çok istediğim tahta bank üzerinde bana eşlik etmeye başladı.

10 dakikada bir uyanıp ağrıyan yerlerimi ovalıyor bir yandan da "belki ben sabaha kadar namaz kılacağım" diye sayıklayıp duruyordum.

Aniden yükselen ezan sesi zaten pek uykuya benzemeyen ve hiç de yorgunluğumu gidermeyen uykumu böldü.

Caminin avlusunda olduğum için ses o kadar yüksek geliyordu ki sinirimin etkisiyle dinden çıkmaya yaklaşmıştım diyebilirim.

Tarihte inandığı dinin mabedinde dininden çıkan biri olduğunu pek sanmıyorum fakat tarihte bir ilki gerçekleştirmek üzere olduğum aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Ezanın bitmesine sevinmiş, sanki sadece sert olsun ve üzerinde yatan kişi bel ağrısından kıvransın diye yapılan banka uzanmıştım tekrardan.

Uykum, ağrılarım yarı baygın gibi bir hale sokmuştu beni.

Bank avlunun girişine baktığı için ben de uzanırken ister istemez yüzümü oraya çevirmiştim. Gözlerimi tam kapatacakken akla birisinin yürüdüğünü getiren bir ses kulaklarıma doldu. Gözlerimi açmamla donup kalmam bir oldu.

Cübbeli, bembeyaz sakallı bir dede bana doğru geliyordu. "Noluyor lan?" diyerek hareketsizce bekledim.

O an kafamın içinde dolaşan düşünceleri anlatmak pek kolay değil. Az önce ezana kızıp dine karşı mırın kırın eden ben, bildiğim duaları baştan sona bir kaç defa okuyup bitirmiştim.

Kendi kendime "Demin neler dedim! Beni hidayete erdirmek için mi geldi bu dede yoksa?" gibi o durumun içinde olmayan kişilere dünyanın en mantıksız fikirleri gibi gelecek şeyler düşünmeye başladım.

Yorgunluktan kırılan zihnim içinde olduğum durum yüzünden mantığı çoktan askıya almıştı.

O an dede "Ben yeni peygamberim ey evladım. Gel buraya." gibi cümleler kursa herhalde sorgusuz kabul eder "Ben zaten eski dinimden çıkmak üzereydim." diyerek onun ilk müridi olabilirdim.

Dede yavaşça bana doğru yaklaşınca kendimi doğrultmak zorunda hissedip "Acaba sadece peygamber mi yoksa kitap da getirdi mi?" sorusunu yeni bir dine giren ve inandığı dini ufacık merakıyla araştırmaya çalışan bir adamın soru dolu bakışlarıyla kendime soruyor ve onu izliyordum.

Dede yanımdan yavaşça geçip tam arkamdaki benim hiç farketmediğim abdest alma alanına geçti.

Ben de doğrulup o abdest alırken ayılmaya çalıştım. Zihnim ve düşüncelerim yavaş yavaş toparlanıyor; deminki saçma fikirlerimin yerini "heralde imam ya da cami görevlisi" gibi daha mantıklıları alıyordu.

Abdestini alınca caminin kapısını açıp içeriye girdi. Bu dünyaya o kapının açılmasını görmek için gelmişçesine sevinen ben, saatlerdir hayalini kurduğum o yumuşacık cami halısının üstüne bırakıverdim kendimi. Pek hatırlamamakla birlikte yaklaşık 40 dakika kadar uyudum.

Peygamber dede önce kuran okumuş ardından tek başına namaz kılmıştı. Ne kadar uyuyor olsam da hayal derecesinde sesini duyduğumu hatırlıyorum.

Belki de uykumun en derin yerindeyken gözlerim bir anda açıldı ve onu karşımda bana bakarken buldum.

Muhtemelen bana bir kaç defa seslenmiş, uyanmamı beklemişti.

Yüzüne yorgun gözlerimi çevirip "Kitleyecek misin dede?" dedim.
Çok sakin, sanki her gün benim gibi camiye şortla yatmaya gelen biriyle uğraşıyormuşçasına "Evet. Kitlemem gerekiyor." diyerek sorumu yanıtladı.

Dışarı çıkıp avludaki belimi ağrıtmayı dört gözle bekleyen tahta banka kendimi attım ve biraz daha uyudum.

Hayallerimi süsleyen yumuşacık halıdaki uykum beni kendime getirmiş sayılırdı.

İyice kendime geldikten sonra çantamı sırtlanıp yola koyuldum.

Zihnim iyice berraklaşınca olanları düşünmeye koyuldum.

Upuzun sakalı ve cübbesiyle dolaşan bu dedeye haksızlık ettiğimi düşündüm.
Çünkü camiye girerken aklımda, beni uyandırmaya çalışırken azarlaması, "bir de şortla gelmişsin terbiyesiz" gibi hakaretvari cümleler kurması vardı.

Fakat beni mahcup eden dede son derece saygılı ve insanca yaklaşmış; belki de kızmaya hakkı varken bu hakkından feragat etmişti.

Sırf alışkın olmadığım dış görünüşü yüzünden ona belli bir portre çizdiğim, kaba saba olmasını beklediğim dede, bana neredeyse hiç konuşmadan bir şeyler öğretmişti. Ne kadar önyargılı olmayan biri olduğumu düşünsem de bunun çoğunun lafta olduğunu, daha gidilmesi gereken yolumun olduğunu bana hatırlatmıştı.

Belki de en önemlisi insanın eğer öğrenmek isterse neredeyse hiç konuşmadığı, yarı baygın haldeyken gördüğü yaşlı birinden bile bir şeyler öğrenebileceğini hatırlatmıştı.

Beni, karşısına alıp bilgiçlik taslayan ama davranışları bir türlü anlattıklarına uymayan insanlardan daha çok etkilemiş; hayatıma daha çok dokunmuştu.

Kafamın içindeki düşüncelerle ve kendime olan küçük sinirimle Adıyaman yolunu tutup kefeme öğrendiklerimi koyarak bu fantastik geceden sonra yolculuğuma kaldığım yerden devam ettim.

Sürekli gezmek ve gezerken de öğrenmek dileğiyle.

23 Kasım 2020 Pazartesi

YA VARSA?

Selam dostlarım. Keyifler pek yok gibi bu aralar ne dersiniz?
Acayip günlerden geçiyoruz. İnşallah her şey düzelmişken birbirimize bu yaşananları anlatıp 'ya dur dur şu da vardı hatırlasana' şeklinde konuşmalar yapmak için çok beklememiz gerekmez. O günler çok uzakta değildir umarım deyip ufaktan geçelim yazımıza.

İnsan çoğunlukla belki de her zaman faydacıdır bir bakıma. Yeni bir şey yapmak isteyince ya da bir eyleme geçmeden "ulan bana bunun faydası ne" diye düşünmeden edemez. 

İnsanın bu doğal faydacılığı onun kendisini garanticiliğin kucağında bulmasına sebeb olur. Kendini garantiye almak ister. Pek riske girmek istemez açıkçası.

Tanrı üzerine yapılan tartışmalar uzayıp giderken biri mutlaka ortaya atılır ve şöyle der:
- Ulan tamam diyelim yok. Ölen öldü, kalan kaldı. Benim kaybedeceğim pek bir şey yok. Ama ya varsa? O zaman ne bok yicen? Ben hurilerle grup yaparken zebaniler sana tecavüz pornosu çekiyor olcaklar hehehe. Akıllı ol olum akıllı.
İnan, bak keyfine. Varsa hapı yutarsın. Haberin olsun.

Bak bu arkadaş ne güzel kendini garantiye alıyor ve sınırsız seksin keyfini çıkarıyor. Düşünsene bizim Tanrı da trolmüş, bu garanticileri toplayıp taşşağa alıyormuş. Yukarıdaki arkadaşla Tanrı'nın arasındaki diyalogu duymak için bile ahiretin var olmasını isterdim açıkçası. 
Garantici arkadaş:
- Tanrım, garanticiler olarak biz sana inandık. Haftada bir cumaya falan da gittik. Cennet saatiyle gece 1'de HuriClub'da olmamız lazım. Orda parti var. Ufaktan salsan mı bizi?
Tanrı:
- Lan ibineler. Ben bütün kâinatı var ettim. Sizi yarattım. Adam olun, insan olun diye uğraştım. Siz üç beş tane huriye sattınız lan beni. Ulan benim işim gücüm yok Tanrı var diyeni sekse mi boğcam? Genel ev mi işletiyoruz oğlum biz? Siz bana değil, alacağınız büyük faydaya inandınız. Yürüyün len cehenneme. Cin olmadan adam çarpıyor pezevenkler.

Valla böyle bir sahnenin yaşanması hiç de düşük olasılıklı değil gibi. Tabi biraz daha ağır bir dil kullanırlar heralde. Ne biliyim mesela "Ey garantici ehli" falan gibi. Böyle sayko Tanrı mı olur oğlum?

Baya bir boş attık, kendimize geldik. Şimdi asıl mevzuya gelmekte fayda var.

Şaka bir yana bu "Ya varsa?" sorusu insanı acayip dürten bir soru her alanda. Nasrettin Hoca bile duruma ayıkmış. "Ya tutarsa?" diyor adam. Kumar bağımlıları beni çok iyi anlar ya da Nimet Abla kuyruğunda bütün hayalleri bir tane yılbaşı biletine bağlı olan ve hayattan bezmiş milyonlar. 

Bir tane bilet alıyorsun. Alt tarafı elli lira. Hiç bir şey kaybetmem diyorsun. Ama "Ya tutarsa?" sorusuna tosluyorsun. Adeta kemiriyor beynini. 

Biraz saptık konudan daha fazla sapmadan toparlayalım.

Farkettiysen bu sorunun olumsuz örneklerinden bahsettim. Bir kumar bağımlısı aslında aynı zamanda bu sorunun da bağımlısıdır. Her seferinde bu soru yüzünden riske girer ve bazen varını yoğunu kaybeder.

Bu soruyu sorma şeklini değiştirip çok daha işlevsel hale getirmek mümkün gibi. 

Düşünsene bir konu var ve sen o konuda alıp başını gidebilecek bir insansın. Söz gelimi futbol, satranç, boks aklına ne gelirse. Bir şey var ki o alanda ter döküp olayın üstüne gitsen ortalığı belki de kasıp kavuracaksın. Tabi böyle bir şey var mı yok mu bunu daha başlangıçta bilmek mümkün değil. Ama "Ya varsa?"

Düşünsene bir alanda efsane olabilecek birisin ya da biriyim ve bundan habersiz olarak ömür geçiyorum ardından basıp gidiyorum bu dünyadan. Hassiktir cümleyi yazarken bile dehşete düştüm. 

Ulan bir şeyde efsane olma şansın var ama bundan habersiz ölüp gidiyorsun. Duruma bak.

"Nerden olsun oğlum öyle bir şey?" dediğini duyar gibiyim. Ama ben de deminki soruyu öne sürüp kartlarımı açık oynuyorum: "Ya varsa?".

Ya ben efsane bir blog yazarı ya da yazar ya da ne biliyim başka bir şey olabilecek biriysem? Ya gerçekten iyi aynı zamanda mutlu olabileceğim bir alan varsa? Ya bunu bulamadan göçüp gidersem? Bundan daha kötü ne gelebilir başıma? Denemeye değmez mi dersin? Bizden bi' bok olmaz mı dersin?
Oğlum ya olursa?

İnsanı harekete geçirme konusunda en başarılı duygusu korkusu galiba. İnsan korktu mu gözü görmez bir şeyi. Ben de bu senaryodan korkuyorum işte bazen. Dedim ya demin: Ya bir alanda iyi olabilme şansım varsa ve bunu öğrenemeden ölüp gidersem? Hassiktir şuan bile tırstım. 

Benden bir bok olmaz deme. Ya olursa?

Salın beni, ben gidiyom. O şeyi bulmam, kendimi keşfetmem lazım. Artık ne çıkarsa kısmetimize razı olacağız.

Ulan senden bir cacık olmaz diyenler vardır heralde. Dur oğlum acele etme. "Ya olursa?".

Bu arada Tanrı bu garantici hıyarlara acıyıp e biraz da paraya kıyıp vade farksız bir tane demir döküm klima taktırmış. Ulan ne yapsa yaranamıyor adam. Hadi yine iyisiniz garanticiler. 

Neyse son boşumuzu da attık. Kendinize iyi bakın ve şu lanet soruyu sormayı unutmayın: "Ya varsa?"

31 Ekim 2020 Cumartesi

OTOSTOP HİKAYELERİ: BÖLÜM 1


YÜZYILIN BOYNUZU VE "ADEM BABA"


Bayadır Karadeniz turu yapmak aklımın bir köşesindeydi. Bir türlü fırsat bulamamış; okul, iş falan derken hep ertelemiştim. Dedim ki "Artık yeter gidiyorum ben." 

Ordu'da beni karşılayacak bir arkadaşım vardı. Yakın bir arkadaşımdı aynı zamanda.

Mesafe çok uzun olduğu için yola çıkmadan önce internetten giden falan var mı diye baktım şöyle bir. Trabzon'a giden bir tırcı dayı buldum. Tabi yol uzun baya o yüzden direk giden birini bulmak güzel oldu açıkçası.

Hikâyeye burada ara verip tırcılar ile ilgili bir kaç önyargıyı kırmaya çalışayım. Malum tırcılar böyle sapık, cinsel anlamda sıkıntılı tipler gibi anılıyor bazen. Fakat ben kaç tırcıyla tanışıp onunla seyahat ettiysem gördüm ki tırcı abilerimizi kötüleyenlerden çok daha fazla cömertler, çok daha fazla cana yakın ve iyiler açıkçası. Arada sıkıntılı tipler çıkabilir; onları bırakıp "istisnalar kaideyi bozmaz" dedikten sonra devam edelim.

Tırcı abiyle konuşup tırın kalktığı yeri öğrendim ve oraya doğru yola koyuldum. 
Geldiğimde abiyi arayıp onunla buluştum. 
Baktım ki hemen bana bir çay ikram etti, hemen cana yakın davrandı. Çok sürmedi anladım ki bu adamla yolculuk güzel geçecek gibi. Tabi daha yola çıkmadan kendini koyvermek de olmaz. Yine de temkinli olmak da fayda var dedim.

Akşam yola çıkıp sabah Ordu'ya varmış olacaktım. Çıktık yola. Ufaktan sohbet muhabbet derken yol güzel gidiyor. Tırın içini de o biçip yapmış ki sorma. Renk renk ışıklar falan şahane bir ortam var. Tabi çaysız kahvesiz de olmaz. Dayı stok yapmış bir sürü kahve, çay falan. Bana dedi ki "olum şu oturduğun kısmın altında küçük bir çekmece var aç onu". Ben de merak ettim çekmece ne alaka diye. Bir açtım ki içinde istemediğin kadar çay, kahve, Redbull, bisküvi vs. Dedim ulan adam ne güzel ortam yapmış kendine. 

Küçük de bir ketılı var; su ısıttık ve başladık kahvelerimizi yudumlamaya. Bir yandan da klasik muhabbet ediyoruz. İşte okul, çocuk ne biliyim işler güçler falan.

Bilen bilir ki otostopta muhabbetin nihayetinde varacağı iki yer vardır: siyaset ya da gönül işleri. Daha kaba tabirle "karı - kız muhabbeti" yani. 

Benim de o sıralar canım sıkkındı açıkçası. Burada çok detaya girmek istemem fakat kısaca değineyim. İlk sevgilim - o zaman ki eski sevgilim - ile ayrılmıştık. Tabi ayrılık insanı üzer fakat kinle doldurmaz. Eski sevgilim benden ayrıldıktan iki hafta sonra falan dostum dediği çocukla sevgili olmuştu. Tabi olay böyle olunca ben de çıldırmıştım falan olaylar olmuştu. Kısacası yaralı ama çok da sinirli bir kuştum diyebiliriz. 

Ben biraz çıtlattım tabi Adem Baba'ya mevzuyu. Adı Adem'di bu arada. Sonra muhabbet şöyle aktı:

(A: Adem Baba; B: Ben)

- A: "Oğlum nerden geldin şimdi sen bu mevzuya?"
- B: "Noldu ki abi öylesine aklıma esti anlatayım dedim. Yollar muhabbetsiz geçmez abi. Biliyosun."
- A: "Doğru diyorsun da çok fena bir yeri eşeledin sen. Canın sıkkındır senin şimdi. Ulan bana bu yapılır mı falan diye isyan ediyorsundur. Sana şimdi anlatayım da yaşadıklarımı gör bak hayatta neler oluyormuş. 

Oğlum benim yaşım 50'e dayandı. 47-48 yaşında adamım. Bundan belki 35 sene önceye dayanır anlatacağım hikaye. Ben aslen Bayburtluyum. Bayburt'un küçük bir köyünde doğdum, büyüdüm. O köyde ilk aşkımı yaşadım. 12, 13 yaşlarından beri sevdiğim bir kız vardı. O da beni seviyordu hani sevgim karşılıksız değildi. Çocukluk aşkı gibi bir şeydi yani senin anlayacağın.

Hep planlar yapar, hayaller kurardık. İşte ben askere gidiyorum, askerde mektuplaşıyoruz, geliyorum köye aslanlar gibi. Sonra istiyorum onu babasından, evleniyoruz, şehre gidiyoruz çok güzel çocuklarımız ve bir ailemiz oluyor falan filan yani. Her birbirini seven insanın kurduğu sıradan ama o hayalleri kuranlar için de bir o kadar sıradan olmayan hayaller.

Biz bu hayalleri kura kura tabi zaman da geçti. Benim askerlik yaşım geldi. O zamanlar askerlik de uzundu oğlum. 18 aydı askerlik. Kısa değil ki anasını satayım. Kendi kendimize diyorduk ki "bu kadar sene geçti 18 aydan nolur ki o da geçer". Askerdeyken tek hayalim bir an önce tezkereyi alıp köyüme gitmek ve sevdiğimle evlenmekti. Küçük yerde yaşayan insanların hayalleri de küçük olur oğlum genelde. Anadolu'nun bilmem neresindeki küçücük köydesin tek hayalin kafanın tek yettiği şey sevdiğinle evlenmek. Askerlik de bitti Allah'ın izniyle.

Ben nasıl heyecanlıyım ama anlatamam. Düşünsene yıllarca hayalini kurduğun şey iyice yaklaştı. Daha yaşın genç sen de anlayacaksın şunu: Hayalini kurmak elde etmekten çoğu zaman daha güzeldir. 

Neyse köye geldim ikimiz de nasıl sevinçliyiz bir görsen. Dünyalar bizim olmuş. Hemen babasından kızı istemek, işi nihayete erdirmek ve yıllardır hayaliyle yaşadığımız o güzel günlere adım atmak istiyordum. İçim bu istekle yanıp tutuşuyordu. 

Köyde de bizim evleneceğimizi, birbirimizi sevdiğimizi bilmeyen yoktu hani. Kime sorsan bunlar yanıklar birbirlerine derlerdi.

Bizimkileri ikna ettim ve kızı istemeye gittik. Yerimde duramıyorum ama bir görsen beni. Bayramlığı alınmış sabah olsun da giysem diye bekleyen küçük bir çocuk gibiyim. Kızı istedik ama dünyalar başıma yıkıldı. Babası "bende size verilecek kız yok" dedi ve kestirip attı. Ama tabiki bir çare daha vardı: kaçmak. Zaten bizim oralarda kız kaçırmak ekmek yemek, su içmek gibidir. Kızı vermezler, kız kaçıverir.

Çektim sevdiğimi bir köşeye ve dedim ki:
"Kaçalım sevdiğim kaçalım. Bunlar seni  bana vermezler. Kaçalım, gidelim buralardan." İşte o zaman ikinci defa yıkıldı dünyam. Olmaz dedi. Ben düğün isterim, şunu isterim bilmem ne dedi. Ailem izin vermezse olmaz dedi. 

İnanabiliyor musun oğlum? Yıllardır sevdiğim ve beni sevdiğinden kuşku duymadığım insan olmaz dedi. O konuşmadan sonra bir kaç defa daha konuştum, ikna etmeye çalıştım onu. Ama olmadı yok bir türlü ikna edemedim. Sen şimdi vay be adam sevdiğine kavuşmamış deyip üzülüyorsundur. Dur daha gelmedik yürek parçalayan kısma."

- B:"Vay anasını daha bitmedi mi abi. Daha ne yaptılar sana?"

- A:" Bitmedi oğlum dur daha. İnsanın insana zulmü biter mi öyle hemen.
Ben ne kadar onu ikna etmek istesem de edemedim. En yakın arkadaşım, dostum ne yaptı biliyor musun? Kalktı, gitti ailesiyle istedi kızı. Bir de vermesinler mi? Baktım ki kızı zorlayan eden yok. Son defa konuştum kızla. "Ben kaçak göçek yaşamam, düğün isterim" falan filan dedi yine. Hay dedim düğünün batsın senin. O gün Bayburt'u terk ettim. 2 yıl hiç gelmedim. Niye terkettim biliyor musun köyü? Katıl olmamak için. İnan ki başka sebebi yoktu.

Düşünsene sevdiğim insan benle gelmedi. Üstüne dostum dediğim adam istedi onu ve kız da kabul etti. Şu olaya bak. Yıllardır yanımda olan en yakınımdaki, en çok sevdiğim iki insanın yaptıklarına bak. Demek ki dostum dediğim adam bunu yapabilecek bir adammış. Gerekli şartlar oluşmasa bundan haberim bile olmayacaktı. 

Eğer kız benimle kaçsa dostluğumuz devam edecekti. Bunların olabileceğinden onun gerçekte nasıl biri olduğundan tamamen habersiz olacaktım. Herkes böyle bir çevrede yaşıyor aslında. Sadece etrafındakilerin gerçekte kim olduklarını görmeleri için gereken şartlar oluşmuyor. 

- B: (İçimden) Vay anasını. Filozof gibi adam. Ulan tırcı diye bindik sanki Plato'nun Akademia'sına geldik. Doğru diyor baba. Gerekli şartlar oluşmadığı için çevresindekileri tanımıyor insan. Hatta buna başkasının gözünden bakarsan da şöyle oluyor. Gerekli şartlar oluşmadığı için o da seni tanımıyor belki hatta sen bile kendini tanımıyorsun.

-A: "Neyse oğlum. Ben terk ettim köyü. Trabzon'a geldim. 2 yıl hiç dönmedim köye. Ne kadar kinle, nefretle dolsam da hala içimde bir yerlerde bir şeyler vardı biliyordum. Belki diyordum mutsuz olur kaçar gelir beni bulur. Biraz da bu umutlarla gittim köye. 

Trabzon'dayken bir arkadaşımdan düğün davetiyesini bana yollamasını istemiştim. Saolsun beni kırmadı ve davetiyeyi bir şekilde yolladı bana. Arada açıp okuyordum. Kızın isminin yanındaki yerde kendi ismini değil de başkanının ismini görmek yakıyordu içimi. Ama tuhaf şekilde alıp davetiyeyi yine de okuyordum. Okuyup bir sigara yakıyordum. 

Köye gittim iki sene sonra. Yolda yürürken karşılaştım onunla. Bir de baktım yanında çocuğu. Çok tuhaftı be oğlum çok. Ben neleri planlarken nelere şahit olmuştum. 
Konuştuk biraz mutlu değildi bence ama iyiyim falan dedi. Galiba kocası dövüyormuş bazen ama iş işten geçti artık. Napacaksın?

Geldim Trabzon'a tekrardan. İşe girdim falan hayat bir şekilde geçti. Birisiyle tanıştım. 20 sene oldu belki evleneli. İki tane de çocuğum var. Biri kız biri oğlan. Büyük lise 3'e geçti. Ötekisi de lise bire. 

Eşimi seviyorum ama aklım galiba hala onda. Eşime anlattım bu durumu. Dedim böyle böyle şeyler yaşadım. Sağolsun anlayışla karşıladı. Çok anlayışlı bir insan. 
Hep destek oldu bana. Belki onunla evlensem böyle mutlu olamazdım. Şuan mutluyum, çocuklar büyüyor emeklilik de yaklaştı çok şükür. Ama içimde bir yerlerde hala onun olduğunu hissediyorum. 

Hani demiştim ya düğün davetiyesini almıştım diye. O davetiye hala durur kutuda. Eşimin de haberi var. Senede bir kaç defa çıkarıyorum, okuyup bir sigara içiyorum. Ardından yerine koyuyorum. 30 sene geçti ama hala davetiyeyi okurken içimde fırtınalar kopuyor oğlum. 

Ya görüyorsun işte. Senin yaşından fazla zaman geçti ama hala içimde dolanıyor bir şeyler. Hayatta insanın başına gelmeyen şey olmaz oğlum. Daha neler görürsün neler?"

Ben şaşa kalmış içimden "vay be neler yaşamış adam" diyordum. Bayadır yoldaydık artık bir mola versek fena olmazdı. Yol kenarında bir yerde durdu Adem Baba. İndik, birer sigara yaktık. Sigara içerken farkettim ki uzaklara daldı. Gözlerini kıstı ve öyle nefesledi sigarayı. Biliyordum hala aklına geliyordu. Biliyordum sigara içerken hep o geliyordu aklına. Ve biliyordum artık "Hayatta insanın başına gelmeyen şey olmaz" dı. 

Benim için sadece Ordu'ya seyahat olarak planladığım bu yolculuk bambaşka şeyler öğretmişti bana. Kendi dünyamda kocaman olan derdin başkasının dünyasında o kadar büyük olmadığını öğretmişti. Olaylara biraz daha sakin biraz daha olgun yaklaşmayı öğretmişti.

Ve en önemlisi "Hayatta insanın başına gelmeyen şey olmaz" ı öğretmişti.

21 Ekim 2020 Çarşamba

HERKES Mİ YALANCI? ULAN HERKES Mİ?

Selam dostum.

Sen de bazen neredeyse herkesin az ya da çok yalancı, az ya da çok işine geldiği gibi davrandığını farkediyor musun? Tabiki bunu yazan ben ve okuyan sen de bundan muaf değiliz.

"Herkes yalancıdır" sözü çoğu yerde çoğu zaman geçerli bana kalırsa. Çoğu zaman bir eyleme geçerken o eylemin sonucunu çıkarımızı maksimize edecek şekilde yönlendirmeye çalışıyoruz. Belki de bu yüzden kızlar hep "sen ikincisin" diyor. Çünkü elde etmek istediği sonuca gerçekleri cesurca konuşarak ulaşması pek mümkün değil. Belki de bu yüzden erkekler "sen gördüğüm en güzel kızsın" diyor çünkü çıkarını olabildiğince arttırmanın bu yolla mümkün olduğunu biliyor.

Hani dedim ya demin: Herkes yalan söyler diye. Yalan söylemese bile gerçekleri gizler. Çok kısa bir olay anlatayım izninle.
İlk sevgilim pek güzel bir kız değildi. Ama benim için önemli olan o değildi zaten. Sevgilimi tanıştırdığım arkadaşlarım istisnasız "çok güzel kız, çok yakışıyorsunuz" falan diyordu. Evet finale hazırmıyız? Bunları söyleyenler benim en yakınımdaki insanlardı. Sevgilimden ayrıldığımda aynı kişilerden duyduklarım ise açıkçası beni şaşırtmak yerine üzmüştü. Neden mi üzdü şimdi geleceğim ona.

Ayrıldığım zaman duyduğum teselliler şöyleydi:
- Kanka zaten kız pek güzel değildi.
- Kanka zaten kız soğuktu biraz da sinsi gibiydi.
- Kanka zaten kız yanına pek yakışmıyordu.

Kankanız siksin sizi emi?

Neden üzüldüğüme geliyorum. Üzüldüm çünkü bu kadar yakınımdaki insanlar düşüncelerini söylememiş, işine geldikleri gibi konuşmuşlardı bana. Beni üzen, kahreden buydu. O şekilde konuşmuşlardı çünkü benim vereceğim tepkiden falan çekindiler ya da benle aralarını bozmak istemediler. 

Düşünsene o zaman belki tablo şuydu:
Etrafımdaki herkes benimle arasını bozmak istemediği için memnun olacağım şekilde bana geri bildirim veriyor. Ben de ister istemez geri bildirimler doğrultusunda kendimi inandırıyorum. Zaten bunun aksi mümkün mü?

Dünyanın en çirkinine herkes sen çok güzelsin desin artık zamanla o "çirkin" buna inanır. İnsan maruz kaldığı şeye dönüşür, dönüşmek zorundadır.

Şimdi de verdiğim örneğin ölçeğini büyütelim. Her konuda dostlarımızdan geri bildirim alıyoruz. Kaçı gerçekçi ve bizimle olan ilişkiye ne zararı olur diye bir endişe taşınmadan veriliyor.l?

Ya şimdi ben yine verdiğim örnekteki ortamın içindeysem? Ya ilk sevgilimle ilgili aldığım geri bildirimler gibiyse şuanda aldığım geri bildirimler? Ya hepsi hesaplı kitaplıysa? Ya hepsi verenin çıkarına uygun veriliyorsa?

Geçen gün annem eve misafir gelecek diye babamla epeyce tartıştı. Annem iyi kadındır yanlış anlaşılmasın. Çok güzel de yemek yapar. Babama "niye çağırdın, evimiz böyle böyle" vesaire diye baya konuştu. Peki misafir geldiğinde ne mi oldu? "Hoş geldiniz iyi ki geldiniz" vesaire.

O misafirlerin bundan haberi bile olmadı. 
Sen, ben o misafirler değil miyiz aslında?
Herkes bizle kötü olmamak için çoğu zaman gerçek düşüncesini, çıkarını artıracak şekilde gözden geçirmiyor mu?

Son bir hikaye daha anlatayım. Arkadaşım sevgilsi ile uzun süredir beraber. Evlilik hayalî kuruyorlar. İkisini de tanıyorum. İyi insanlar. Çocuk bir gün kafası bozulmuş eskorta gitmiş. Bana açtı bunu. Kızın haberi bile yok tabi. Sonra baktım Instagrama kız ikisinin olduğu fotoğrafı paylaşmış. O an dank etti kafama. Ya ben de onun gibiysem? Ya en yakınındaki bile beni kandırıyorsam? Evet bunun sonu paranoyaklık farkındayım. Ama realitenin bu olduğunu kim gönül rahatlığıyla yadsıyabilir. 

Var mı öyle bir baba yiğit? Beri gelsin de göreyim.

Ya ben de bir çok kez o kız gibi o durumun içinde düştüysem ve haberim bile olmadıysa?

Yalan çemberinde yaşıyoruz. Herkes yalancı. Ben de , sen de. Sokaktaki adam da. Herkes yalancı demek herkes sürekli yalan söylüyor demek değildir. Zaten bu daha kötü. Doğru söylerken bile yine sonucu manipüle etme niyeti var. Doğru söyleyen biri imajını uyandırmak vesaire. 

Peki insan nasıl kafayı yemez bu yalan çemberinin içinde? Her an dibimizdekiler bile potansiyel "bizi kandıran" sa nasıl hiç bir şey yokmuş gibi devam eder yaşamaya? Bu kadar zor mu acaba doğru söylemek? Evet zor, belki de çok zor. Doğruyu söylemek değil de aslında bunu ilke edinmek zor. Yoksa işine geldiği zaman insan gayet de doğru söyleyebiliyor.

Offf. Biter mi anlat anlat? Ne kadar anlatsam da bu yazıyı bütün ekranlarda Tayyip Erdoğan okuyup, uymayanlar 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılsa da bir şey değişir mi dersin?

Bir gün herkes doğru söylemeyi ilke edinecek mi dersin? Bu kadar zorlaştırmayı bırakıp azcık da olsa kolaylaştırıcak mı dersin?

Ne dersin olacak mı bütün bunlar?

Ne dersin Tayyip Erdoğan çıkıp bunları okuyacak mı dersin?

Ne dersin?

Ben "Sağlıcakla Kal" derim.

Sağlıcakla Kal.

16 Ekim 2020 Cuma

HAYAT OYALANMADIR

Selamlar dostlarım, keyifler nasıl?

Saat gecenin bilmem kaçı (dur bakayım bi, 4.25'miş). Yatakta bir sağa bir sola dönme rutunimi tamamladım ama yok uykunun geleceği yok. Yapacak, oyalanacak bir şeyler lazımdı (bugünün kilit kelimesi de bu işte: oyalanmak) dedim şu yazıya başlayayım bari. 

"Hayat nedir?" şeklinde bir soru yöneltsem sana ne dersin? Ya da siktir et sormayayım sonuçta soru cevaplamaya değil okumaya geldin buraya demi:)

Kendime ya da etrafıma baktığımda gördüğüm tablo şu ki: Herkes bir şeyler ile oyalanıyor. Biliyorsun işte kimisi karı kıza sarar, kimisi makyaja, kimisi oyun oynar sürekli, kimisinin tek derdi derslerdir, kimisi gecenin bilmem kaçında blog yazar, kimisi de blog okur. İnsan bir şey yapmadan duramaz. Durmamalıdır aynı zamanda ama zaten istese de duramaz. Ben dururum deyip durmaya çalışsan bile kafandaki bir şeyi ispatlamak için çaba harcıyorsundur yani boş durmuyorsundur. Özetle bir şey yapmaya mahkumuzdur. Bir şey yapmama özgürlüğümüz sadece laftadır.

Hayatımı gözden geçirince çok saçma şeyler ile çok fazla vakit harcadığımı yani oyalandığımı farketmem bir kaç saniye sürüyor. Bundan kurtulmak da bilirsin ki pek kolay değildir. Yapman gerekeni bilirsin anasını satayım ama yok olmaz bazen. 

Hayatın küçük bir özetini yapsak şöyle olurdu herhalde: gel, oyalan, git. Kimisi için sadece "gel, git" tir hayat, oyalanamadan gidiverir. Biz görece şanslıyız çünkü oyalanma şansını elde etmişiz.

Çoğu zaman oyalandığımız şeyin avukatlığını yaparız kendimize. İnsan sebepsiz ya da mantıksız eyleme geçiyor olmaktan müthiş rahatsızlık duyar çünkü.
En zoru da bom boş şeylerle uğraşmış olduğunu farkettiğin o andır. Bence en beyhude uğraş diğer insanlardır. "Neler yapmışlar, kimle sevgili olmuşlar, ne giymişler, nerelere gitmişler" insanın zindanıdır. Diğer insanları tabiki konuşabiliriz fakat ipin ucu çoğu kişi için kaçmış durumda bence.

Dedim ya oyalanıyoruz diye insan en çok kendini harcar boş uğraşlar uğruna. Kendini bilmeyen (ki bu lafı da pek sevmem ama kullanması valla güzel oluyor), tanımayan insanın oyalanma listesinde sıra bir türlü kendisine gelmez.
Herkes kendini kandırır bu hayatta az ya da çok. 

Peki hayat madem "oyalanmadır" ne yapmalı abi o zaman? Ne yaparsan oyalanmış olacaksın, o zaman bir nebze daha kaliteli şeyler ile oyalanmalı insan. Tabiki bu kaliteli şeyler bana göre. Sen istersen çekersin siktiri devam edersin o da bir seçenek. Hani deriz ya insan kaliteli insanlarla dostluk yapmalı diye aynı bu şekilde işte kaliteli şeylerle oyalanmalı insan. Sanat, bilim, kitap, felsefe, seyahat (dikkat gezmek değil bu konuyu da ayrı yazacağım), blog (amk insanı kendini övmeden duramaz görüyorsun) olabilir mesela.  

Tabiki de herkes sanatçı olamaz usta, ya da bilim yapamaz. Sonuçta insanlığın ilerlemesini çok küçük bir azınlığa borçluyuz. Herkesten kaliteli oyalanma beklemek doğru olmaz. Zaten bu bloga girip okuyorsan bu yazıları, bunları yapmaya az çok şansın vardır bence. Gidip de köydeki adama telkin etmiyorum bunları ya da tek derdi karnını doyurmak olan insanlara. Bu insanları aşağılamak için demiyorum ama gerçekçi olmakta fayda var ve bu insanların ne zamanı var ne de imkanı bazı şeyler için. Felsefe'ye ya da sanata merak salmak için Kant ya da ne biliyim Beethoven olmak da gerekmiyor sonuçta. Ucundan da tutabiliriz bazı şeyleri.

Ama az da olsa kaliteli oyalanma gerekli, imkanı olan herkes için bence. Öyle değil mi sence de?

Ölmeden bir gün önce "ben ne yaptım lan bu hayatta" dememek, boşuna yaşamışlığın acısını yaşamamak ve son pişmanlığın bir boka yaramadığını görmemek için seni de bu kutsal yola davet ediyorum. Mottomuz belli: Kaliteli şeyler ile oyalan.

Güzel, havalı ama içi boş sözlerle bitirmeyi seviyorum biliyorsun ama bu seferkinin içi öyle pek boş değil gibi. "En büyük yatırım kendine yapacağın yatırımdır çünkü asla zarar etmezsin"

Hadi kal sağlıcakla...

9 Eylül 2020 Çarşamba

ESİR ALINMAK – İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ


Tolstoy en sevdiğim yazarlardan birisidir. Gerçekleri insanın yüzüne vuruşu, toplumu tüm kokuşmuşluğu ile ele alması insanı okurken derinden etkiler. Vay be benden harbiden edebiyat eleştirmeni olur dostum ya:) Ne diyorsun? Her zaman böyle entelektüel gözükme amacı taşıyan yazılara tilt olmuşumdur.

Bir kitap hakkında yazacağımı düşünmemiştim hiç bu blogda. Ama bu kitap beni gerçekten bazı yerlerde sarstı ve işlediği konularla alakalı fikirlerimi buraya taşımak istedim. Bu yazı bir kitap incelemesi falan değil öncelikle onu söylemek de fayda var. Kitabın ele aldığı konular üzerine konuşacağım ama tabiki kitaptan pasajlar da vereceğim yazıda. 

“İvan İlyiç’in Praskovya Fyodorovna ile, eşinin dostunun bu evliliği onayladığı için evlendiğini söylemek ne kadar doğruysa, kızı sevdiği, onda kendi düşüncelerine bir yakınlık bulduğu için onunla evlendiğini söylemek de o kadar yanlıştı. Evlenirken iki düşüncesi vardı İvan İlyiç’in: Böyle bir karısının olması hoş bir şeydi, ayrıca en yüksek düzeyden amirleri bu evliliği onaylıyordu.”

‘Ne için evlenmiş lan bu adam karısıyla? Başkaları için mi bak sen şu İvan’a’ dediğini duyar gibiyim. Devam edelim.

     “Aile yaşamından, bu yaşamın ona verebileceği şeyleri istiyordu yalnızca: Bir ev hanımı, akşam yemekleri, yatacak bir yer, en önemlisi de toplumda oluşturulacak dış görünüşün saygınlığı.” 


İvan İlyiç hukuk fakültesi mezunu bir abimizdir. Mesleğinde yıllar boyunca yükselme kaydeder ve en sonunda bir savcı olur. Hayatı boyunca, karar alırken ya da bir eyleme geçecekken imajına ve statüsüne uygun davranmaya çalışır hatta buna mecbur olduğuna; aksinin ‘uygun ya da doğru’ olmayacağına emindir. İlk pasajda evliliği hakkında bir değerlendirme yapar yazar.


İvan’ın evliliği başkaları tarafından onaylandığı ölçüde doğru ya da yanlıştır ona göre. Her adımını izleyen bir “onlar” var gibidir. Çizdiği imaja uygun davranmaya çalıştıkça elini kolunu bağlayan, görünmeyen prangalar sıkılaşır. Kendine bir imaj inşaa etmiştir yıllar boyunca. O bir savcıdır ve bir savcının yaşamı nasıl olması gerekiyorsa ona uygun davranmaya çabalar. Verdiği her kararın tepesinde başkalarının onayı sallanır ‘demoklesin kılıcı’ gibi. 


Aslındabir çoğumuz sen, ben, o; çizdiğimiz imajın, başkalarının onayının bir nevi tutsağı gibiyizdir. ‘Ben öyle değilim’ deme çünkü herkes az ya da çok böyledir. Anne ya da babanın yanında başka, arkadaşlarının yanında başka, yalnızken bambaşkadır kişi. Bunun en büyük sebebi belki de geri-bildirime olan zaafımızdır. Örneğin yalan söylemek başkasının bize ‘sen yalancısın’ demesi kadar acı vermez. Bir yanlış yaptığımızda değil, yaptığımız yanlış öğrenildiğinde tedirgin oluruz çoğu zaman. Bunun evrimsel kökleri bilmem ne diye bir analiz yapanlara da uyuzum. Tamam evrimsel kökleri olsun. Eee sonuç? Salt bilimsel bir durum tespiti yapıp bir bok söylemeyenlerden uzaklaşalım hemen. Hepimizin başına gelmiştir illaki çocukken ya da sonraki süreçte bu tarz örnekler. Nedense bir şey olmak değil de, o şey gibi gözükmek bizi daha çok ilgilendirir. Bu durum olumlu durumlar için de geçerli. Örneğin bazı kitap okuyan kişilerin kitabını çekip internete atması buna bir örnektir. Kitap okumaktan ziyade kitap okuyan biri imajına sahip olmak daha çok keyif verir o kişiye. Geçen gün ben de attım mesela bu kitabın fotoğrafını hatırlarsın. Dur hemen kendimi aklayayım: Ben zaten normalde atmam öyle kitap falan ama madem yazı yazmaya karar verdim bu kitap hakkında, atayım dedim ucundan. Hak verdin mi acaba? İnsan böyledir işte dostum naparsın? Dediği yaptığını tutmaz bazen.


Bu, kaynağı dış dünyada olan tutsaklık öyle bir hal alır ki gün gelir nefes bile alamaz hale gelirsin. Kendin için değil, başkalarındaki varsaydığın o imaj için, güzel olduğunu düşündüğün o geri bildirim için yaşar durursun. Bir nevi uyuşturucu gibidir bu tutsaklık. Uyuşturcu gibidir çünkü asla doymayan bir canavar gibi yerleşir en içine. Onu hep beslemen gerekir ve besledikçe de iyice büyür iyice kök salar. “İnsanları takma, onları önemseme” gibi tavsiyeler ambalajı güzel ama içi bomboş sözlerdir. İnsanları takmamak, başlangıçta yapacağın bir şey ya da hemen sahip olacağın bir özellik değil aksine belli bir yol kat ettikten sonra belli bir sürecin sonunda elde edeceğin şeydir. Öyle iki motivaston videosu izleyip “insanları siktir et, onları dinleme” gibi laflara maruz kaldıktan sonra gaza gelerek girişilen işler fayda vermez. Hatta başladığın yerden bile kötü bir yere gelirsin çünkü yapamadığını görmek seni iyice demoralize eder ve 10 dk’lık bir özgüven videosu ile özgüven sahibi olamazsın. Konu nereye geldi ya? İnsan uyarmaz mı dostum “dur dur konudan saptın” diye. Neyse devam edelim.


Bu tutsaklığın bu prangaları başkalarının elinde olan hayatın sonu nedir peki? Onu da yine kitaptan bir iki pasajla değerlendirelim.

   “Böylece, yok olmanın eşiğinde, yanında onu anlayacak, ona acıyacak tek insan olmadan yaşamak zorundaydı.”

   “Kanepenin arkalığına yüzü dönük yatarken kendini içinde bulduğu yalnızlığı, kalabalık kentte, çok sayıdaki tanıdıklarının, ailesinin arasında yaşadığı yalnızlığı, başka hiçbir yerde, denizlerin dibinde de, dünyanın hiçbir yerinde de olamayacak o yalnızlığı… son zamanlarında İvan İlyiç bu korkunç yalnızlığı çekerken, geçmişin anıları arasında yaşıyordu yalnızca.”


Ailesi, dostu, mesleği ve neredeyse harika bir kariyeri olan şu adamın acınası yalnızlığına bakın. Başkalarıyla beraberken yaşanılan o yalnızlığın acısını düşünün. Bu yalnızlığı hayatı boyunca her an  kendisi inşaa etti. Hayatının her döneminde kendine uygun insanlar ya da onu anlayacak onunla dostluk yapacak kişiler aramadı. Yalnızca imajına en uygun olduğunu düşündüğü, o prangalara en az zararı verecek tercihleri yaptı. Hayatı bitmeye yakınken kalabalığın arasındaki yalnız kişi olarak buluverdi kendini. Hayatı boyunca dostlara, kaliteli insanlara değil, o imajına yatırım yaptı. Dünyanın en mutsuz, en yalnız insanı olarak buluverdi kendini sonunda. Ama eziyeti henüz bitmedi. Devam edelim son pasajla:

   “Önceleri ona tam anlamıyla olanaksızmış gibi görünen şeyin, yaşamını gerektiği gibi yaşamadığının belki de gerçek olduğu düşüncesi gelmişti aklına birden.”


Asıl baş belası şimdi geldi İvan reisin. O insanı kollarında tutup ortasından ayıran, içinde bir yerlerde fırtınalar kopmasına sebeb olan soru “Acaba tüm hayatım boyunca yanlış mı yaşadım?” Sorudan sonra içinde kaynayan cevap taşar dışına: “Evet bütün hayatım boyunca yanlış yaşadım, hem de her saniye”. Ardından İvan dünyanın belki de en mutsuz en yalnız adamı olarak ölür. Sonunda herkes onun ölümünün kendisine olan faydasına kafa yorar. Hiçbiri üzülmeyi aklında geçirmez. Karısı bile “kocası ölmüş ağlamıyor” demesinler diye ağlar. Bunun için döker timsah gözyaşlarını.

Evet dostum o kadar konuştuk alıntı yaptık. Peki ne yapmalı? İnsanın başkalarını düşünmeden her hangi bir şey olması imkanlı mıdır? Bana sorarsan imkansızdır. Etrafımızda birileri varken kendimize törpü vurmaya mecburuz. Peki bu zindandan kaçış yok mu Fyodor dediğini duyar gibiyim. Zindanın dışını boş ver. İçerde mutlu olmaya, içerde olabildiğince kendin olmaya bak. Yanlış anlama bu tavsiyeler sana değil aslında kendime. Kendi ol tavsiyesi bile havada kalıyor aslında. Ama yavaş yavaş azar azar bu yolda  olmak lazım. Yolun kendisi “Kendin ol”. Ne varış yeri ne başlangıç. Sona ne kadar yaklaşırsak o kadar iyi bizim için. O kadar konuştuk ama bak Müslüm Baba bir şarkıyla özetlemiş tüm mevzuyu.

Ne demiş Baba“Son Pişmanlık Neye Yarar?”

Hadi kal sağlıcakla...

à Müslüm Baba - Olmadı Yar 

3 Eylül 2020 Perşembe

MUHAFAZAKAR AİLE'DEN ÜNİVERSİTE'YE


Oğlum şu konuyu konuşalım artık gel şöyle yamacıma. 

Bu arada keyifler nasıl? Beni sorarsan -ki sor amk o kadar yazı yazıyoruz- fena değilim dostum bu aralar. İzmir'den köye geldim bir kaç günlüğüne kafa dinlemeye. Şimdilik bir sorun yok gibi bakalım. Neyse girişleri pek beceremiyorum farkındayım yavaş yavaş onu da hallederiz inşallah.

Türkiye'deki üniversiteli gençlerin yaklaşık yüzde 70'inin bir sorunu hakkında konuşalım istiyorum bugün. Yüzde 70 dedim de elimde bir istatistik falan yok tabi ki. Sayıyı fazla vermem bu durumun yaygın olduğunu düşünmemden mütevellit sevgili dostum. 

Sorun dedim de aslında sorun demek de pek doğru olmaz. Çoğu üniversiteli arkadaşın başına gelen bir durum bu. 

Üniversiteye gelen ve okulu bir şekilde bitiren elemanları kabataslak 3'e ayırabiliriz:
    1 - Üni'de kendini kaybedenler
    2 - Üni'den geldiği gibi gidenler
    3 - Üni'de kendini bulanlar ya da bu                    yolda mesafe alanlar
   
Bu üç grubu muhafazakar ailede yetişip üniversitesiye gelen kişiler özelinde konuşacağım. Çünkü bu kişilerde bu üç grup kendini çok daha net gösteriyor bana kalırsa. Bu yazıda daha çok 3. grup hakkında bir iki kelam edeceğim.

İlk grup için çok fazla bir şey söylemeye gerek yok bence. Bu adamlar genelde üniversitesiye geldikten bir iki sene sonra götü başı dağıtırlar. Üniversiteye geldiğinde sigara içmeyen adam esrar sarıp yanında şarap yuvarlar hale gelir. Bu grup içinde yer alan kızlarda değişim kendini çok daha fazla şiddetli gösterir. Evde baba ve anne baskısıyla büyüyen hatun zaten üniversitenin ve özgürlüğün  hayalini kurup sınava çalışırken adeta orgazm olur. Üniversiteye gelince de bir anda patlar ve kendini kaybeder. Yine orgazm olur ama yeni tanıştığı bir çocuğun evindeki yatakta. Neyse fazla +18 yapmayalım gerek de yok. 

Bununla ilgili küçük bir örnek vereyim meseleyi kapatalım. Tanıdığım bir hatun Anadolu'nun baya muhafazakar bir yerinden ve aynı zamanda ciddi anlamda muhafazakar bir aileden gelmişti. Kızın babası ve annesi dini bir dernekte üst düzey görev alıyorlardı. Kız ortam kızı kısacası orospunun teki oldu çıktı. Tabi ailesi her şeyden habersiz para yollamaya o da o paraları barda yiyip sürekli başka birinin evinde sabahlamaya devam etti. Durum böyle bir trajediydi maalesef ama herkes açısından değil. Bu hatunu eve atan adam halinden memnun. Kıza sorsan o da memnun ne kadar sürekli başka birinin zevk aracı olmayı kabul edip bunu talep etse de. Neyse bırakalım bu tayfayı. Bunlardan bir sikim olmaz. Ya böyle orospu olurlar ya da ortamcı piçin biri.

İkinci grup, hakkında en az kelime kullanılacak gruptur belki de. Bu adamlar üniversitesiye gelirler ve sanki ertesi gün mezun olurlar. 4, 5 sene sadece derslere girerler işte bir kaç arkadaş edinirler sonra bir şekilde mezun olup basıp giderler. Ne kafa ne fikir ne ortam olarak bir değişikliğe uğrarlar ve sonunda okulu bitirirler. Tabi bana sorarsan ilk gruba göre bunların durumu daha iyi. Sonuçta saf ya da salak olmak orospu olmaktan iyidir. Neyse geçelim bu tayfayı da gelelim asıl konuşmamız gereken gruba.

Üçüncü grup oran olarak çok mudur az mıdır bunu konuşmak anlamsızdır. Kalkıp "üniversite okuyanlar okumuş cahil" bilmem ne demenin saçma ve insanın kendisini ihmalinin itirafı olduğunu düşünüyorum. Banane yüzde bilmem kaçtan. Benim meselem 3. gruba girebilmek ve bu yazıyı okuyan senin kafanda "ulan adam az da olsa haklı" düşüncesini uyandırabilmektir. Yoksa yok üniversite okuyanlar üçe ayrılmış ikiye bölünmüş banane. Benim meselem kendim, ötesi beni o kadar da fazla ırgalamaz ve ırgalamamalı da. 

Üçüncü grupta olmak sancılıdır. Sancılıdır çünkü emek, mücadele, uğraş ister. Ben üçüncü gruptayım da diyemezsin öyle kolay kolay. Dediğim gibi muhafazakar aileden gelen birisi özelinde konuşacağım ama genel anlamda da doğru olduğunu düşünüyorum bahsedeceğim durumların. 

Şimdi 3. gruba girecek olan muhafazakar bir kızın ya da erkeğin portresini çizelim ufaktan. Bu kişi alkol, sigara ortamlarına yabancıdır. Karşı cinsle pek de ilgisi olmamıştır lisedeki küçük hoşlantıları saymazsak. Az çok belli değerleri vardır. Örneğin cuma namazına gider bir erkekse ya da oruç falan tutar. Az ya da çok bir altyapısı vardır. Çok fazla eleştirel düşünceye açık değildir doğrusu. Bazı tartışma konularında son derece tutucu bir tavır alır. İçinde yetiştiği kültür ve aile ona hep şu doğru şu yanlış demiştir. Bunu tabiki de her aile yapar ancak bu kişinin ailesinde bu tutum çok daha fazladır. Dini inancı da sağlam sayılır bu kişinin. Neyse özetle böyle birisi işte bu eleman. Dediğim gibi en sancılı süreci bu arkadaşlar geçirir.     
   Geçirdikleri dönemleri de şöyle ayırabiliriz bence:
   1 - Farklı, kendisine yabancı fikirler ve              insanlar ile karşılaşma
   2 - Kendine doğru olduğunu ispatlama              çabası
   3 - Bazı yanlış taraflarını görme, karşıt              fikirlere bazı bazı hak verme
   4 - Kendi fikirlerini oluşturmaya başlama,
        kendine daha yakından bakma                      dönemi

Bu dönemleri bu şekilde yazmış olsam da zamansal olarak hep bu çizgide takip etmez olay. Örneğin 3'ten tekrar 2'ye dönebilir ve 2'den hiç çıkamayabilir. Dedim ya dostum sancılıdır diye biraz da bu sebeblerden ötürü.

En temelde kendine yabancılaşma vardır bu kişilerde. Zaten kendini bulmak demek kendine yabancılaşmak demektir bir anlamda. Yetiştiğin ortama, içine doğduğun kültüre bir acaba ile başlayıp gerekiyorsa tamamen yırtıp atmaktır o kefeni kendini bulmak.

Eve gidersin annen, baban hala bıraktığın gibidir. Bazen onları küçümsersin eski sen gibi oldukları için. Dünyadan habersiz olduklarını hatta cahil olduklarını bile düşünebilirsin. Ev hala oradan çıktığın ilk günkü gibi olduğu için evdeki bazı kurallara uymak sana yük gelir. Örneğin oruç tutmak zorunda olursun, hiç olmazsa cumaya gitmen gerekir. Bunları yerine getirmezsen arada bir anne baba dürter seni. 

Şu çağda şu bir gerçek ki muhafazakar bir ailede yaşamak gerçekten zordur. Olmak istediğin kişinin belki de önündeki en büyük engel ailedir. Aile derken sadece anne babayı da kastedmiyorum. Dayı, hala, dede hepsi senin onlar gibi olmanı ister, istediğin kişi gibi değil. Notun da onların istediği kişiye yakınlığın derecesinde artar ya da azalır. Dedim ya kızsan eğer her şey daha zor diye. Şurda burda ya da okulda istediği gibi giyinen kızları gördükçe onlar gibi olmak istersin. Ama evdeki otorite ne yapsan müdahil olur. Eski sevgilim bir ara göbeğini çok az açıkta bırakan bir tişört giymiş ve senin de tahmin ettiğin gibi neredeyse evde kıyamet kopmuş. 

Nedir ki azcık göbeğin gözükmesi. Ama işte mesele daha derin. O göbeğin açılması evdeki otoriteye bir anlamda başkaldırmak, bir anlamda otoriteyi reddetmektir. Babası da bu düzenin yegane bekçisi görevini kendinde bulduğu için hemen müdahil olur tabi. Yazın arkadaşlarınla tatil yapmak istersin bin türlü yalan dolan işin içine girer. Halbuki bu kadar zor mudur herkese doğruyu söyleyip arkadaşlarınla tatile gitmek. Kızsan eğer zulümdür maalesef hem üniversiteli hem muhafazakar aile içinde olmak. Yanlış anlaşılmasın kimsenin babası annesi mevzu değil burda. Kimsenin annesine babasına dil uzatmak haddime değil, buradaki mesele bu dikteci ve baskıcı kültür. 

Böyle bir ortamdaydan bazı şeyleri yalansız yapma imkanın da kalmaz. Eski sevgilim iyi kızdı aslında ama yalanı huy haline getirmişti mesela. Niye? Çünkü başka şansı yoktu öyle bir ailede o yüzden. Örneğin tatile gideceği tayfa içinde tek bir erkek varsa doğru söyleme imkanı kalmaz. Çünkü yalan söylemek ve gidememek arasında seçim yapmak zorundadır. Ya gitmeyecek ya yalan söyleyecek. Bu şekilde devam edince de yalan alışkanlık haline gelir ve hiç gerekmeyen konularda bile yalana başvurursun. Sonra ne mi olur? Etrafındaki insanların güvenini kaybedersin. Örneğin eski sevgilimin bana çok gereksiz yalanlarını yakalamıştım ve ister istemez soğumuştum. Dedim ya aslında iyi bir kızdı ama gel gör ki insan kendisine nasıl davranıldığıyla ilgilenir çoğu zaman karşıdakinin kim olduğuyla değil. 

 Neyse bırakalım eski sevgilileri. Konuya dönelim. Konuyu unuttum anasını satayım. Zaten bu eski sevgililer anca kafa karıştırırlar bazen başka bir boka yaramazlar. Olmak istediğin kişi ile olmak zorunda bırakıldığın kişi arasında can çekişmektir bazen muhafazakar aileye sahip olmak. Hatta ister istemez bir kaç kişiliğin oluverir. Aile evinde başka evin dışında başka biri. Şunu belirtelim: herkes aslında az çok değişir farklı ortamlarda. Burda bahsettiğim olay tamamen başka kişiler olman evin içinde ve dışında. Fikirlerin farklıdır, eylemlerin farklıdır. Kısacası iki veya üç kişiliğin oluşmuştur. 

Evdeyken hep rahatsız hissedersin. Belki de bu yüzdendir muhafazakar aileden üniversiteye gelen kişiler pek dönmezler aile evine. Çünkü artık oranın bireyi gibi hissetmezler. Tabi bu yabancılaşma anne ve babanla olan ilişkine de yansır. Artık eskisi gibi içinden geleni söyleyemezsin onlara. Onların sana çizdiği imaja uygun davranmak zorunda hissedersin kendini.
   
Biliyorum içini karattım. Belki de "bu ne zulümdür gardaş" dedin içinden. Peki hep böyle mi gidecek? İşte o da senin cesaretine, bedel ödeme gücüne bağlı. Yavaş yavaş o kefeni yırtmaya başlarsan bundan hem zevk alırsın hem de artık doğal ortamında gibi hissetmeye başlarsın. Omuzlarından bir yük kalkar yavaşça. Ailene onların seni mecbur bıraktığı kişi olmanın dışında başka bir seçenek olduğunu göstermiş olursun. Ama dedim ya bedel ödemeye götün olacak. 

Bazen dayım bana komünist falan diyor. "Okula gittin eyice dinden çıktın" diyor. İnsan bunları duyunca sinir olmuyor değil. Ama benim götüm olmak istediğim kişi uğrunda bu bedelleri ödemeye yiyor. Bazen bakıyorum dayım, teyzem hepsi ittifak yapmış bana hücum ediyor.

"Yok okudun şöyle oldun yok okula gittin böyle oldun". Karşındaki grubun sadece yafta vurup her şeyden habersiz olması da cabası doğrusu. Eğer sen de böyle bir yoldaysan ya da belki de çoktan geçmişsindir bilemem, olmak istediğin kişi için bedel ödemeye götün olsun. O kişiyi yarın olamayaksın evet ama mecbur bırakıldığın karakterden yarın uzaklaşmaya başlamak bile başarıdır. Çok dedim farkındayım ama gerçek şu ki: o kişi bedava değil ve ücreti de ödediğin bedel. 
   
Ne bu yazıyı okumak ne de motivasyon kasmak bir sike yarar. Seni kurtaracak yine sensin. Başka kimin var ki zaten. Neyse yine çok uzun yazıp kafanı siktim galiba.
Buraya kadar dayandıysan umarım o kefeni cart diye yırtarsın. 

Hadi kal sağlıcakla. Heee dur dur sana bir kıyak yapıp şöyle güzel Cem Karaca şarkısı bırakayım dinlersin hoşuna giderse:

https://youtu.be/wmZmRxKSCtE

8 Ağustos 2020 Cumartesi

BİZE KENDİMİZİ TÖRPÜLETEN 'ARKADAŞLARA' VEDA VAKTİ

Selam dostum keyifler nasıl?

Eminim senin de etrafında çok da istemediğin, olmasa da olur dediğin ya da olmasa daha iyi olur dediğin ama 'takılıyoz işte hem durup dururken ne diyim?' şimdi diyerek ilişkini sürdürdüğün birileri vardır elbet. İlk cümle gereksiz uzun oldu farkındayım dur sövme hemen. 

Geçen gün iki tane kız arkadaşın -lafın gelişi arkadaş diyorum yoksa sadece birbirimizin etrafındaymışız onu farkettim- numarasını sildim. Henüz onların haberi yok. Ama ilk adımı attık, yakında o da olur. Zaten çoğu şeyi şu lanet olası ilk adımı atamadığımız için bir türlü hayata geçiremiyoruz.
  
"Madem hayatında istemiyon çıkar at o zaman" diyebilirsin, hakkın var. Ama durum tam olarak bu değil. Yani nasıl anlatsam? "Gerçi işin anlatmak amk onu da sen bil" dicen bu sefer de.Tamam sakin ol doğru diyorsun. Böyle istemiyor değilsin de ufaktan bazı şeyler batıyor ilişkinizde. Kastettiğim arkadaşlık bu arada tekrardan belirteyim. Sevgili olmak falan değil ele aldığım. 
   
Aranızda bir yakınlık vardır ama bu yakınlık yüzeyseldir ve bunu sen de hissedersin zaman zaman. Ama görünürde ilişkiyi sonlandırmak için bir sebep yoktur. Kes at demek de boş yapmaktır sen de biliyorsun. Ayrıca herkes böyle olamaz maalesef. 

Bence bir ilişkide en önemli şey samimiyet ve içtenliktir. Onun dışındakiler örneğin anlayışlı olmak, karşıdakine değer vermek falan sonraki gerekenlerdir. Samimiyet yoksa eğer hep batar sana bir şeyler. Hani yeni kıyafet alırsın, kendine de yakıştırırsın, keyfin de yerindedir güzel göründüğünden eminsindir. Ama tam boyun kısmının arkasında bir tane sikik etiket vardır ve hayatını siker. Evet dışardan çok güzel ya da yakışıklı görünürsün ya, bu durum da tam öyle. 

Beraber takılırsın edersin mutlu mutlu fotoğraflar çekilip paylaşırsın. Dışardan ilişkiniz güzeldir ama içten seni yakar ve amk etiketi gibi batar durur bir şeyler. İşte o batan şey samimiyet eksikliğidir. Kendini hiç kendin gibi hissedemezsin bir türlü, olmaz işte. Tek çare o sikik etiketi söküp atmaktır dostum, başka da çare yok. Yoksa yara yapar, hepten boku yersin.

Yukarda dediğim gibi bunu söylemesi o kadar da basit değil tabiki her zaman. Ama ben kendimce bir taktik geliştirdim ve bunu seninle paylaşmak istiyorum. Eğer böyle bir arkadaşlık ilişkisinde gidip direk "ben arkadaş olmak istemiyorum" dersen ne diyon amk derler adama. 

Şunu yapmalıyız ki yaptım ben çalışıyor sayılır: Karşındaki insandan yapamayacağı bir şey isteyeceksin. Örneğin haftasonunun bir gününü sana ayırmayacağını biliyorsan inadına haftasonu için bir gün boyunca takılmaya çağır onu. Sürekli bahane uydurup geçiştirecektir. Heh yavaş yavaş tava geliyor. Tava gelince şunu yapacaksın: diceksin ki "anladım ki bana haftasonunu ayıracak kadar arkadaşlığımız yok ayıp ettin" vesaire gerisi senin edebiyat gücüne kalmış. Bunu yapınca artık bir soğukluk olacak ve olay bitmiş sayılır. Şunu da söyleyeyim eğer dersen ki ben direk bitiririm valla seni tebrik ederim ama çok uygulanabilir gelmiyor bana bu. 
  
Şu hayatta ailenden sonra en önemlisi arkadaş ve çevredir. Sana samimi olarak şunu söyleyebilirim ki samimiyetin olmadığı ve kendini hep yabancı hissettiğin, hep kendini törpülediğin arkadaşlıklardan uzak dur. Uzak durmayı bırak hiç bulaşma. Bu arkadaşlar ki lafın gelişi arkadaş diyorum aslında etrafındaki kişiler demek lazım, hep senden yer. Gerek zaman gerek enerji farketmez. 

Şu anda etrafında bulunanların en az yüzde 90'ı 4, 5 seneye artık etrafında bulunmayacaklar. Ben bunun hiç aksini yaşamadım. Kalanlar hep bir kaç samimi arkadaştır. Onların haricindekiler sana yüktür, kefende fazlalıktır. 

Neyse benim hikayeye dönelim. Ben de farkettim ki bu iki kız arkadaşla hep birbirimizin etrafında bulunmuşuz. Arkadaş gibi gözüküyormuşuz ama hiç öyle değilmiş. Ben de bunu aslında zaman zaman fark ediyordum ama insan işte yalnız kalmaktan korkuyor vesaire ve eldekileri kaybetmeyi göze alamıyor. Zaten ah şu korku yok mu? Hapsetmiş bizi. Zincirlemiş adeta bizi bize. Orada çırpınıp duruyoruz. 

En son bu iki arkadaşla bir olay yaşadım. Artık şüpheye yer bırakmayacak kadar netleşti arkadaş olmadığımız, benim hep kendimi törpülediğim. Bu netleşince hiç tereddüt etmedim ve ikisinin de numarasını silip 3'lü wp grubundan çıktım. 

İnanır mısın sanki o sikik etiketi tek hamlede çekip atmış gibi rahatladım. 

Bırak dostum sen de bırak. Onların seni bırakacağı yok galiba. Hayatımızın ipleri tamamen bizde değil maalesef. "İpleri eline alma vakti" deyip gaz vermeyle de olmuyor bu işler. Saçma motivasyon lafları ve kısa süreli etkileriyle aptalca işler yapıyor insan.

Hani Can Yücel'in bir şiir var ya sonunda şöyle diyor: "Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi". Ben de azcık özentilik yapıp şöyle söyleyeyim: İpleri ne kadar elimize alırsak o kadar iyi. 

Samimi dostluklar kurman ve ipleri giderek daha fazla eline alman dileğiyle. Kendini sev, kendine dikkat et. Seni hiç görmesem de aramızdaki samimiyet o iki arkadaşla olan ilişkidekinden daha fazla bence. 

Şimdilik görüşürüz hadi eyvallah.

14 Temmuz 2020 Salı

ÖLÜM ÜZERİNE

Selam dostum. Ölümden konuşmak genelde can sıkıcıdır. Bunda haklılık payı yok değil gerçekten. Bununla beraber ölüm bir şeyleri idrak etmek için en iyi yol bence. 
  
Hayattaki en gerçek ve bizi belki de en çok ilgilendiren konu. Burada seninle paylaşacağım yazıyı aslında yaklaşık bir sene önce dedemin ölümü üstüne yazmıştım. Dile kolay bir sene geçmiş üzerinden. 

Zaman bazen geçmek bilmezken çoğunlukla nasıl geçtiğini anlamayız bile. Lafı fazla uzatmadan yazıyı seninle paylaşıyorum.
    
Dedem için;
Ölüm... Ölmek...Bir daha gelmemek üzere gitmek...Gitmek ardında bırakıp sevdiklerini...Onlar gözyaşları içinde boğulurken "ağlamayın, üzmeyin kendinizi" bile diyememek. "Hakkımızı helal ediyoruz" sesleri içinde taşınmak omuzlarda ve gömülmek yüreklere...Girmek yüreklere, toprağın soğuk ve karanlık kucağında bulmak kendini. Artık sonsuza dek yalnız ve ıssız kalmak. Taşınmak ve hareket etmek omuzlar üstünde ama bir parmağını bile kıpırdatamak...

Bütün soğukluğuyla gelir ölüm. Ve ölmek bitmesi her şeyin. Seni hatırlayan son kişi de öldüğü zaman hiç yaşamamış gibi olmak. Yılları bırakıp ardında beyazlar içinde sonsuz bir uykuya dalmak. İlyas ya da dillerinde insanların "Ellez" diye yuvalanmış ismi dedemin. Hayatımda ilk defa bana bu kadar yakın olan birini kaybettik bu günün gecesinde. Saat 2-3 civarı hiç gelmemek üzere ayrıldı dedem aramızdan... Nasıl biriydi bu adam, nasıl yaşadı dedem? Ömrünün çoğu yokluk ve sefalet içinde geçti. Karısını döverdi hep. Hep kaybederdi nesi var nesi yok. Ömrünün son yıllarında farklı biri oldu. Sigarayı bıraktı. Namaza başladı ve dine yöneldi. Onu yaptı, bunu yaptı. Ama sonunda çoğu insana göre iyi biri olarak ayrıldı aramızdan. 

Ah dedem ah...Daha düne kadar aramızdaydın. Kanlıydın, canlıydın.Ama ölüm bu. Kimleri almadı ki, kimleri ayırmadı ki bizi ayırmasın senden. Girdiği mekana neşe katan, elinde ne varsa asla saklamayan biriydi. Hep gülerdi. Hep güldürürdü. Neşesini de alıp gitti, neşemizi de. 

Camiye götürdük dedemi cenaze namazı için. Herkes öğle namazına gitti. Dayım tabutun yanında durmamı istedi. Ve uzun bir süre yalnız kaldık dedemle. İşte oradaydı. 20 cm ötemde, musalla taşının üstünde tüm soğukluğuyla yatıyordu. 

O mu vardı gerçekten o tahta küçük evin içinde? Nasıl olur? Ama olmuştu. Dedem önümde tüm sessizliği ve yalnızlığıyla uzanıyordu. Evet bu olacaktı. Dedeler torunlarından önce ölür normal şartlarda. Bunu biliyorduk. Bunu en baştan beri biliyorduk. Peki nedir bu hüzün, nedir bu keder? Bizi üzen gitmen mi yoksa bir daha gelmeyecek olman mı? Yalnız kaldık seninle. Ve her şey o kadar içi boş geldi ki gözüme. Hiç bir şey uğrunda çabalamaya değmezmiş gibi geldi dedem. 

Hayat alırken sevdiklerimizi tek tek, yaşamaktır zor olan, ölmek değil. Ve giden bir kere ölür ama kalanlar günde kaç defa? Para, mevki, güç içi boş ve kendileri de bir o kadar değersiz kelimeler. Ölüm, ölümdür sadece. Ona biz yükleriz anlamları ya da hüzüleri. Başkaları için "biri" ölmüştür sadece. Bizim içinse bir çok şey. Ölmek zordur elbette. Ama doğru, dürüst bir hayat yaşamak daha zordur. Ve taşınırken omuzlarda herkesin içinden gelerek "hakkımız helal olsun" demesini sağlamaktır kolay olmayan... Baş başa kaldık dedemle. Ve son görüşümdü onu. İnanabiliyor musun son görüşümdü? "Dede bir daha görüşemeyiz, ver elini öpeyim" diyemedim. Ve düşündüm ölümü, ölmeyi. 

Ölmeden önce ölmeyi becerebilmeli insan. Oturmalı kendisinin  karşısına ve anlat bakalım diyip sorguya çekmeli kendini. 

Nereye bu gidiş, kimsin sen, kim olmak istiyorsun, uğrunda çabaladığın şeyler gerçekten de uğraşılası mı uğrunda? Hesap vermeli kendine ve hesap sormalı kendine. Taşınmadan omuzlar üstünde idrak etmeli bir şeyleri. Ve sevdıkleri göz yaşları içinde nefes almaya çalışırken değil, önceden taşınmalı omuzlarda. Sormalı kendine: "Omuzlar üstündeyken nasıl bir hayat bırakmış olmak isterdin?" diye. Ve aramalı bu sorunun cevabını omuzların üstüne çıkana kadar. Sevdiklerinin gözlerinden yıldızlar düşerken yeryüzüne bir "hoşçakalın" diyememeyi hatırlamalı. Toprağın üstü olduğu gibi altı da var diyebilmeli. Yaşamalı insanca. Yaşamalı doğruca, yaşamayı bilmeli dürüstçe. 

Kısacası ölmeli insan, ölmeden. ÖLMEYİ BİLMELİ İNSAN ÖLMEDEN.

12 Temmuz 2020 Pazar

SON SİGARA

Neredeyse 1 saattir nereye gittiğini hatta ne yaptığını bilmeksizin yürüyordu. Gökyüzü adeta nefretini kusarcasına bırakıyordu yağmuru yeryüzüne. Ne ıslandığının farkındaydı ne de ayaklarının yürümekten uyuştuğunun. İnsanın o sürekli düşüp kendini bir türlü kurtaramadığı boşlukta cebelleşiyordu yine. 

İnsanlar sağa sola kaçışıyor, şemsiyesi olanlarsa kendilerinden emin evlerinin yolunu tutmuşlardı. Yanından geçen birisi birden çarptı ona. Adam özür dilemek için arkasını dönse de o ne kulak verdi ne de umursadı onu. Sadece yürüyordu. Duyduğu tek ses yağmurun kaldırımları acımasızca dövmesinin uğultusuydu.

Kaldırımlar inliyordu sanki. Üstü başı sırılsıklam olmuşken bir ağacın altındaki bank gözüne takıldı. O an farketti sırılsıklam olduğunu ve adımlarını hızlandırıp banka doğru yöneldi. Cebini yokladı ve paketinde bir tane sigarası kaldığını farketti. 
Sigarasının kalmadığını sandığı için keyfi yerine geldi bir anlığına.

Etrafta kimse kalmamış herkes çoktan evine kapanmıştı. Gökyüzü, dünyanın bu pisliğinden şikayetçiymişçesine yağmurunu hızlandırdıkça hızlandırıyordu.
Banka oturdu, son sigarasını çıkarıp yakacaktı ki çakmağını düşürdüğünü anladı. Bütün mutluluğu kaybolmuş, hevesi kursağında kalmıştı. 

Her gün her birimizin başına büyük ya da küçük ölçekte gelen bu hevesin kursakta kalması şimdi de onun kapısını çaldı. Kafasını kaldırıp denize doğru baktı ve dünyanın sonunun geldiğine hükmetti. Bir başkası ise boğaz manzaralı yalısında kahvesini almış yağmurun tadını çıkarıyordu. Kimisi ise sevgilisini yanına almış, yağmuru izlerken romantizm peşindeydi. Alt tarafı yağmur yağıyor ama herkes kendi penceresinden bambaşka görüyordu dünyayı. 

Kahramanımızsa sigarasının son sigarası olduğundan emin gibiydi. Az sonra kıyametin kopacağına inanmış, ölmeden bir sigara daha içmenin peşindeydi. Nereden bulacaktı şimdi çakmağı? Morali iyice bozulmuşken bir ses duydu. Kızın biri sırılsıklam olmuş, yağmurdan kaçmak için bir yer arıyordu. 

Kız aceleci bir tavırla "Oturabilir miyim?" dedi. Kahramanımız bu ani seslenişten ürkmüş, konuşmayı unutmuş gibi başıyla "tabi ki" dercesine bir işaret yaptı. Kız hemen oturdu yanına ve cebinden aynasını çıkarıp makyajının akıp akmadığını kontrol etti. Herkes gibi onun da derdi bambaşka idi. Çocuk çakmak için umut doğduğunu düşündü ve içinde küçük bir sevinç uyandı. Onun da hesabı bambaşka idi. Kıza çakmağı için sorarken küçük bir çocuk kadar heyecanlandı. Kız çantasına elini daldırıp ararken bir yandan da "buralarda bir yerdedir" dedi. Kız bulamadıkça çocuk heyecanlanıyor çocuk bekledikçe kız mahçup oluyordu. Sonunda kız çakmağı bulup verdi. 

Çocuk sevincini gizleyemediği için utandı birazcık. Hemen çakmağı alıp sigarasını yaktı. Kendiyle konuşurken yanlışlıkla sesini yükseltti ve "ölmeden bir sigara içelim bari" dedi. Kız bu beklenmedik cümle için şaşkına döndü ve çocuğun az sonra intihar edeceğine kanaat getirdi istemsizce. 
Çocuk hemen farketti sesli konuştuğunu ve durumu toparlamak için tekrar başladı konuşmaya: "Az önce havanın bu kadar kötü olmasından dolayı bir kaç dakikaya kıyamet kopar diye içimden geçirmiştim de, intihar falan etmeyeceğim" dedi gülümseyerek. 

Kız istemsizce gülmeye başladı. Ardından çocuk da kendisini tutamayıp kahkaha atmaya başladı. Aralarında ani bir samimi sıcaklık belirmişti. Çocuk kızın gözlerine bakarken "ne de güzel kız, ne kadar da güzel gülüyor" diye geçirdi aklından. Çocuk sigarasını yakmış, kızın yüzüne bakıp bakıp mutluluğunu katlamaya girişmişti. Az önce kıyametin kopacağına hükmeden kahramanımızın içi aniden yaşama sevinciyle dolmuştu. Kızsa çocuğun sırılsıklam üstünü görmüş ve üzülmüştü onun için. 

Şemsiyesini çıkartıp kalkmaya hazırlanınca çocuğun içini bir hüzün kapladı, yüzü düştü. Çocuk aniden yine kıyametin yakın olduğuna hükmetti. 

İnsanın dünyayı olduğu gibi görmesi her zaman çok zordur. Hep kendi buğulu penceresinden bakar ve gördükleri de az çok buğuludur. Kız, çocuğun sırılsıklam üstüne tekrar bakıp küçük bir duraksama yaşadı ve "istersen benimle gel, yağmur çok yağıyor. Şemsiyen de yok galiba. Yakında oturuyorsan evine kadar eşlik edeyim sana." dedi. Çocuk sevincini gizleyememenin verdiği utançla kafasını salladı. Kıyamet için olan hükmü yine değişti ve "daha kopmaz ya" dedi. Kız ne dediğini anlamadığını gösteren bir bakışla çocuğa bakarken çocuk "bir şey yok ya. Yağmur diyorum ne kadar da hızlı yağıyor" dedi. İkisi aynı şemsiyenin altına girip yola koyuldular.

11 Temmuz 2020 Cumartesi

YALNIZLIK

Selam dostum, keyifler nasıl? Senin de başına gelmiştir herkes gibi: insan bazen kimi duyguları çok yoğun yaşar. Sevgi, umutsuzluk ya da yalnızlık gibi. Bu sıralar ben bunlardan yalnızlığı biraz yoğun yaşıyorum. Yoğun yaşanan duyguların ardından şöyle bir iki satır bir şeyler yazmak iyi geliyor. Ben de karaladım bir şeyler, içimdekileri bir de kağıtta görmek istedim.

YALNIZLIK

Sağır gecede yalnızlığın çığlığı kulaklarımda
Nefesimin sesi konuşuyor durmaksızın
Yalnızlığın dumanı doluyor ciğerlerime
Umudu eziyorum yavaş yavaş parmaklarımın arasında

Yarınlar da karanlıktır gece gibi benim için
Gecede yalnızlığımın çığlığı yankılanıyor duvarlarda
Bütün büyük savaşları kazanmış da yalnızlığı alt edememiş insanoğlu
Her şeye alışmış da yalnızlığa alışamamış insanoğlu

Bu gecenin kör şeytanıdır yalnızlığım
İnsandan bir melekse süslüyor hayallerimi
Kavgası içimde bu kör şeytan ve insandan meleğin
İyiler sadece masallarda mı kazanır?
Sonsuz mutluluklar bir tek masallara mı konudur?
Soruyorum yalnızlığıma bu sağır gecede
Cevap vermiyor yalnızlığım
Konuşsana yalnızlığım benim, susma

5 Temmuz 2020 Pazar

KENDİ DIŞINDAKİ BÜTÜN İNSANLARA KAFAYI TAKMIŞ "PUŞT"

Kafayı "8 milyar insana" takmış adamlarla karşılaşıyorum bazen. Bu adamlar diğer insanlarla kafayı ciddi anlamda bozmuşlardır. Bu kadar insanın neye yaradığını, bu kadar fazla insanın dünyaya fazla olduğunu dillerinden düşürmezler nedense. 

Bu yazıyı okuyan sen de eğer öyle bir angutsan senin için üzüldüğümü en kalbi duygularımla söyleyip ardından senin biraz canını sıkacağım. Dur hele dur çok sert vurmam gel şöyle.

Hani sürekli soruyor ya bu adamlar '8 milyar insan neye yarıyor?' diye. Kral ne dicem bak. Siktir et 8 milyar insanı, diyelim ki harbiden de bir boka yaramıyor kimse. Peki 'sen ne boka' yarıyorsun. 

Bu adamların acilen 'Hayatta bir boka yarıyor musun düşünsel deneyi' adlı yazımı okumaları gerek. Bütün insanlar işe yarasa, ya da yaramasa seni ilgilendiren ne? Herkes işe yaramasa sen işe yarıyor mu olacaksın? Ki bunu söyleyen adam aslında içten içe kimsenin bir boka yaramamasını ister. Çünkü bilir ki kendi de bir boka yaramıyor. Bunu itiraf edemediği için kendine, şöyle der kendisine 'bak kimse bir boka yaramıyor o zaman bende problem yok'. Bok problem yok. 

Diğer insanlar senin için bir veri olabilir sadece. Örneğin başına kötü bir şey gelir dersin ki herkesin başına geliyor. Bu sende bir rahatlama sağlar. Ya da bakarsın bir şeyi çoğunluk yapıyor kendinde bir motivasyon bulursun. Onun dışında diğer insanlar olmamalı meselen ve ölçütün. Asıl meselen 'kendin' olmalı. Herkesin işe yaramadığı bir yerde 'bak kimse işe yaramıyor' o zaman bende problem yok deyip kafanı kuma gömemezsin. 

Bu hayatta insan bir kişiyi değiştirebilir o da kendisidir. Onun dışında hiç kimseyi değiştiremez sadece o kişilerin değişmesine yardımcı olur. Genelde bu tarz 'kendi'yi konu alan yazılarda kişisel gelişim havası vardır ve gaz verip dururlar. Ama benim anlatmak istediğim o değil. Diyorum ki bırak artık şu 8 milyar insanın yakasını. Sen bırakınca onlar da bırakacak. Hafifleyeceksin emin ol. Kimsenin doğru yapmadığı bir yerde senin de doğru yapmaman, senin yanlış yapmadığını göstermez. 

Dünyada kimse fazlalık da değil gerekli de. Herkes sadece var. Bu kadar. Sen de varsın. Ölene kadar da yaşayacaksın. Kafanı kuma gömme. Yine söylüyorum asıl meselen 'kendin' olmalı. Diğer insanları takmama diye de bir safsata var onu da sonra konuşuruz. İnsanları takacaksın ama 'sana' yani 'kendine' bir veri olarak. Sakın ha gözünü 'kendinle' kör edip bencil bir gavat da olup çıkma. Ayarı da sen tuttur be hacı. Her şeyi de biz mi söyleyelim. 

Çok sert vurmadım. Umarım acımamıştır. Şimdi söyle bakayım. Ne işe yarıyor bu kadar insan? Cevap gelir "beni ilgilendirmez, ben ne işe yarıyorum sorusu asıl sorulması gereken soru". 

Heh adam olmuşsun biraz. Ulan bi de dayak kötü derler. Arada işe yarıyor demek ki:)

Böyle bir adam bu yazıyı okuduysa muhtemelen yorum olarak dümdüz gidecektir. Sağlık olsun.

Kalın sağlıcakla dostlarım.

4 Temmuz 2020 Cumartesi

BİR 'PLAYBOYUN' İNSTAGRAM'I

Bir milyon takipçisi, yarı çıplak hatunlarla olan fotolara gelen yorumları okurken kendinden geçişi, tek derdi "abi yaşıyorsun bu hayatı. Yerinde olmak isterdim" lafını duymak olan ve tatminsizlikten nefessiz kalan bir playboyun hikâyesi.

Geçen gün bir arkadaş gösterdi herifin birinin insta'sını. Adam sürekli yarı çıplak, tangalı, sütyenli hatunlarla fotoğraf paylaşıyor. 

Gelen yorumlar da şu şekilde: 'abi yaşıyorsun bu hayatı', 'yerinde olmak için neler vermezdim' bilmem ne diye liste uzayıp gidiyor. Biraz düşündüm de bu adamın acaba nasıl bir hayatı var? 
Yanındaki taş gibi hatunlar acaba artık tatmin etmiyor mu onu?
 
İnsan, genelde yaptığı şeyden tatmin olmayınca ya da eskisi kadar tatmin olmayınca yanına bir şey eklemek ister eski tatmin hissinin tekrar gelmesi için. Şimdi bu adam bence insanların bu yorumlarından, onların gözlerindeki efsane imajından, onların o 'yerinde olmak isterdim' deyişlerinden zevk alıyor. Yanındaki hatunlar, arabalar da sadece bu insanlar üzerindeki etkisini görmesi için bir araç. 

Onu kıskandığımı falan söyleyenler çıkabilir. Valla kimsenin ekmeğinde gözümüz yok dostlar. Ama diyorum ki dışardan hayatı bu kadar efsane gözüken bir adam niye bu kadar fazla hayatını sergilesin ki. Demek ki diyorum adama yetmiyor anasını satayım. O da bu eksikliği insanların gözlerinde "onun hayatını yaşama isteğini" görerek bir şekilde tamamlıyor. Belki de o his ona hayatının efsane güzel olduğunu falan hatırlatıyordur. 

Başka bir yazıda bahsetmiştim şu 'bilinme istediğinden'. Olay yine bu galiba. Adam yaşadığı hayatı yaşamaktan değil o hayatın bilinip 'insanların kendi hayatını isteyişini' görmek istiyor deli gibi. Ve belki de hayattaki en büyük hazzı bu. Üzüldüm lan adama. 

Hiç tanımadığı 1 milyon insana kilitlemiş mutluluğunu. 1 milyon adam lazım mutlu olması için. Bir de bana bak. Hiç öyle miyim? Sevdiğim hatun geri dönse yeter bana.

Size tavsiyem bir gün playboy olursanız takılmayın böyle şeylere. Keyfinize bakın:)

25 Haziran 2020 Perşembe

'İNSTAGRAMUS' ve YAŞAM ALANI 'BİYOSFER-İNS312'











Selamlar dayılarım ve bacılarım. Bu yazıda biraz makara yapalım istiyorum. Ama o kadar da boş konuşmayacağım inşallah.

Yeni bir canlı türü keşfettim dostlar. İsmi 'İnstagramus Fobus'. Bu canlı türünün yaşam alanı da yazdığım son makalede göreceğiniz gibi 'Biyosfer-ins312'. 

Bu canlı  genelde samimiyetsiz, bol like ve yorumlu, gösterişin hat safhada olduğu, diğer İnstagramus Fobus'lara sürekli bir şeyler ispatlamaya çalışılan asitli ve kuru topraklara yaşarlar. 

Genellikle dişi türler, birbirlerine karşı fotoğrafların altına 'bebegim, aşkım, çok güzelsin' gibi karşı tarafı aşırı övücü cümleler kurarlar. Tabi bu cümleleri kurdukları Instagramus Fobus'ların arkasından bazen öyle de güzel atarlar ki sormayın.

Erkek üyelerine gelirsek onlar da genelde 'adamm, ateş ediyon, mermiye zam geldi yapma' gibi karşılığı pek olmayan tuhaf bir dil kullanırlar. Dilleri olan 'İnstikçe' yaptığım son araştırmaya göre Türkçe'den evrilmiş olup çoğunlukla karşı tarafı aşırı övücü sözler içermektedir. 

Bu canlı herhangi bir şeyi yapmak istemez, sadece yaptığının bilinmesini ister. Bu konuda yazdığım 'Yapmayı ya da Yapmış olmayı istemek' yazısına göz atabilirsiniz. 

Bir önceki cümleye tekrar gelirsek. Daha doğru şekilde ifade edelim: yaptığının bilinmesini de değil aslında yapmış olarak bilinmeyi ister. 

Hemen bu efsane canlının bir davranışına örnek verelim. Bir kitap alır ve iki sayfa okuyup sıkılır. Zaten kitap okuma alışkanlığı da yok denecek kadar azdır. İşte tam burda türüne özgü davranışı gerçekleştirir ve kitabı hemen Biyosfer-ins312'de diğer canlılara sunar. Kitabı tavsiye edip beğendiği yalanını hiç düşünmeden söyler. Kitap okuyan biri olarak bilinmeye takmış ve kendini başkalarının onayına, beğenisine zincirlenmiş bir canlı türüdür bu İnstagramus Fobus.

Bu canlı dünyaya sanki diğer canlılara bir şey olarak gözükmeye gelmiştir. Herhangi bir şey olmayı ciddi olarak asla istemez. Sadece olmuş olarak bilinmeyi ister ve talep eder. 

Bu türün kızları ve erkekleri farklı davranışlar sergiler. Örneğin erkeklerde kaslı ve yırtıcı olduklarını gösterme davranışı varken, kızlarda ne kadar seksi ve güzel olduklarını ilan etme uğraşı karşımıza çıkar.

Eğer bu canlılardan bir kaç tane tanıdığınız varsa şunu hemencecik farkedersiniz: Bu canlının Biyosfer-ins312' deki yaşamıyla dünyadaki yaşamı asla birbirini tutmaz. Bu dünyada yapamadığı veya gerçekleştiremediği şeyleri Biyosfer-ins312'de kolayca yapmış gibi gözükür. Bu canlı türü Biyosfer-ins312'e öyle güzel adaptasyon sağlamıştır ki artık bu dünyada yaşayamaz olur. Gerçeklikte sapma ve kayma yaşar. Artık kendi biyosferi daha önemlidir. 

Kısacası bu canlı samimiyetsizliğin, tamamen dış görünüşün önemli olduğu, ruhsuz, huzursuz, karanlık ve killi topraklarda yaşar gider. Bu arada avlanma yasağı var haberiniz olsun. Dokunmayın bu canlılara. 

Sevgiler, saygılar dayılarım ve bacılarım. Bilim dünyasına yaptığım bu katkı dolayısıyla beni nobele aday göstermek isteyenler oldu. Böyle şeylere gerek yok. 

Kalın sağlıcakla.

21 Haziran 2020 Pazar

50 YAŞINDA GÖZLERİNİN DOLMASI

Hava alabildiğine kapalı, tüm dünya felaketin eşiğinde gibiydi. Bütün dertlerini yüklenmişken gökyüzü adeta intihar etmesi için en iyi ortamı hazırlıyordu. 
50 yaşına dün basmıştı. Yıllar önce, 50'sine bastığının ertesi günü intihara sürükleniyor olacağı beyninin tek bir hücresinde bile yer etmemişti, edemezdi. 

Bilinci kaybetmiş, uçurumun kenarına sürüklenirken nereye gittiğini, niçin gittiğini, nasıl gittiğini bilmez bir haldeydi. 50'sine basmış bir adam; bir an içinde olduğu durum gözlerinin önünden geçti: tüm servetini kaybetmiş, ailesi parçalanmanın eşiğinde, bütün dostları tek tek çekip gitmişti hayatından. 

Tek başınalığın ağırlığı kemiklerini kırmak bir yana yavaş yavaş eziyordu. Uçurumun kenarına geldi sonunda. Bir adım. Sadece bir adım vardı sonsuz uykuya, tek bir adım kalmıştı o dertsiz koyu karanlığa. Haberlerde gördüğü intihar eden insanlara şaşmanın, onları amansızca yargılamanın bedelini ödüyor gibiydi. Tek bir adım bütün bu sıkıntıları çekip alacaktı yüreğinden. 

Yaşam ve ölüm terazisinin tam ortasında gidip geliyordu. O an anladı insanı ayakta tutan tek şeyin umut olduğunu, o an farketti şu acımasız dünyanın en sert kılıç darbelerine umudun çelikten miğfer olduğunu. Miğferi de düşmüştü artık. 

Umutsuz, çaresiz; ölümün kıyısında, bir adım uzağındaydı. Ağlamamak için kendini o kadar zorlamıştı ki basınca bir süre dayanıp sonunda patlayan bir kap gibi şimdi göz yaşları kaptan boşalırcasına taşıyordu gözlerinden. 

Her dakika ölüme daha da fazla yaklaştığını hissediyor, ölümün o sıcak nefesini ensesinde duyuyordu. İyice dalmışken gök gürültüsü ile irkildi. Uçurumun dibine baktı. Az sonra uzanacağı yere göz attı şöyle. Cesedini hayal etti. Kafası kanlar içinde, saçları ıslanmış, gözleri kapalı, elleri iki yana açılmış şekilde ceseti geldi gözünün önüne. 

Tüm dertlerin bitecek olması ölüm için inanılmaz bir istek duymasına yol açtı cesedini hayal ettikten sonra. Kayıp gidiyordu işte hayatı ellerinden, kendisi de uçurumdan. 

Bir an, bir adım her şeyin sonu gelecekti.

İnsanın hep mutlu bir hayal düşleyip kendini uçurumun kenarında, ölümün kıyısında bulması ürküttü onu bir anlığına. Son kez hayatını geçirmek istedi aklından. Sanki bütün hayatı bu ana, bu küçük adıma hazırlamıştı onu. Onu buraya, ölümün kıyısına itmişti hayat yavaş yavaş. Bütün itici kuvvetleri geçiriyordu aklından tek tek. İşini kaybetmesi, ailesinin onu terk etmesi, dostunun onu dolandırması. Sanki bu uçurumun kenarından bir kaya gibi yuvarlanmak için gelmişti şu dünyaya. 

En zoru da her şeye rağmen içindeki yaşama içgüdüsünü bastırmaktı. 'Neyden korkuyorsun, at işte kendini' dedi kendine. Ellerim açık, kafam kan içinde uçurumun dibinde yatarken daha mı kötü hissedeceğim, diye geçirdi aklından. 

Gözlerini kapadı. Bitiyor işte derken bir ses kulaklarında çınladı: 'Baba, babaa'. İnsanın en umutsuz durumdayken bir anda hesapta olmayan bir sesle hayata bağlanmasının sesiydi sanki kulaklarında çınlayan. 
Ses devam etti: 'Babaaa, neredesin? Ben de seni arıyorum. Sana iyi haberlerim var'. 

Ah be çocuk! Bu haber öyle bir haberdi ki bir hayatı ölümün pençesinden çekip çıkarmıştı. Çocuk engellediği felaketten habersiz koşarak geliyordu. Adam gözleri dolmuş, oğlunun yanında bunun farkedilmesinin kendine yakışmayacağını düşündüğü için alelacele gözlerini sildi.

Bir ses, bir çocuk koca bir adamı uçurumun kenarından, ölümün keskin giyotininden çekip çıkarmıştı.