31 Mayıs 2020 Pazar

PATLAYAN SICAK SU BORUSU ve AKSİLİKLERİN "VAHŞİ TADI"

Selamlar dostlarım.

Geçen bir yazı yazdım hatırlarsınız "Garip bi' mutluluk" adında. Nazarınız değdi galiba. Aranızdan kem gözlüleri şiddetle kınıyorum hem de acayip şiddetle öyle böyle değil. 

Neyse konuya geçelim yavaş yavaş. Dedim ya nazarınız değdi galiba diye. Şundan dolayı söyledim: Mutfağa bir girdim çamaşır makinesinin altından su geliyor. Uğraşırken yanlışlıkla bir de borusunu kopardım. Sonra farkettim ki su duvardan geliyormuş. Ustayı çağırdım. Sağolsun 250 lira iteledi. Ama muhabbeti güzeldi abinin. 3 aydır evde yalnızım fena da olmadı gelmesi. 

Şimdi içinizden geçiyordur "ne anlatıyor bu adam diye?" Sakin olun girişi yaptık konuya şimdi geçiyoruz. Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf" adlı bir kitabı var biliyorsunuzdur. Mutlaka okuyun. Orada Yusuf'a üvey babası şöyle bir tavsiye veriyor: "Sakın kendini halinden şikayet etmeye alıştırma." Bence bu sözü sürekli görebileceğimiz bir yerlere falan asmalıyız. Burada hemen şunu da belirteyim: kastedilen şikayet alışkanlığıdır. 
Yoksa hiç bir şeyden şikayet etmeme tavsiyesi değildir. 

İnsan illa ki bir şeylerden şikayet eder. Hakkıdır da bence bu. Ama bu şikayet etme, alışkanlığa döndüğü anda hayat hem sizin için hem de etrafınızdakiler için cehenneme dönüşüyor. Hani derler ya sözlerine dikkat et bir bakmışsın gerçek oluvermiş. Ben de hayatımda bir süredir kendime şikayet etme alışkanlığından vazgeçmem konusunda telkin veriyorum. Bu telkini küçümsemeyin. Süreklilik kazandırabilirseniz zaman içinde davranışlarınızda farklılıklar ortaya çıkmaya başlıyor. Yavaş yavaş bu şikayet etme alışkanlığından vazgeçmeyi büyük oranda başardım sayılır. Zaten bana göre hayatta bizi yöneten şey çoğunlukla alışkanlıklarımız. 

Alışkanlıklarımıza yön verebilmeyi başarabilirsek o zaman işte kendimizi yönetebiliriz. Neyse konuya dönelim. 

Baktım ki her yer battı her yer su içinde. Ne küfür ettim ne sinirlendim. Aldım elime bezi açtım müziğimi başladım suyu çekmeye. Valla keyif bile aldım su azaldıkça. Sonra yazacak mevzu çıktığı için de içten içe yazıyı düşünmeye ve keyiflenmeye başladım. Ama tabi bu da bir yere kadar. Başladı belim ağrımaya. Biraz keyfim kaçtı derken klasik cümlemi telkin ettim kendime. "Sıkıntı büyüdükçe, onu hallettiğinde ortaya çıkacak rahatlama da büyük olacak". Tabi kendime tam böyle telkin etmiyorum da buraya düzgün yazayım dedim:). 

Evet durum bazen budur dostlar. Sıkıntı büyüdükçe sonundaki ferahlama da büyür. Aşırı acıkırsan, yemekten o kadar zevk alırsın. Başına çok büyük bir dert gelince kurtulduğunda o kadar keyiflenirsin.

Ve işimi bitirdim sonunda. Ortalığı topladım ve bir baktım şöyle eserime. Tahmin ettiğim gibi rahatlamam da büyük oldu. Eğer şikayet etme alışkanlığım olsaydı, olay başıma gelir gelmez herhalde şunları söyleyecektim:"Abi bu ne ya, millet ne güzel takılıyor! Ben burada süngerle su çekiyom!" ya da "Bir şey de düzgün gitsin, duvarın içinde duran su borusu niye patlar ki durduk yerde!". 

Öncelikle "millet şunu yapıyor ben burada napıyorum?" cümlesini hayatımızdan çıkaralım. Belki de adam havuz başında instagramda paylaştığı hikayenin görülme sayısına bakıp mutlu olmaya çalışıyordur ve de keyfi hiç de yerinde değildir bilemezsin. 

Sen, senin başına gelenle ilgilenmelisin. Emin ol kimse efsane mutlu değil. Olsa bile bu neyi değiştirir? Bunu kendine telkin etmek sadece keyfini kaçıracak senin. Şikayet eden biriyseniz, arkadaşlarınız da size söylemeseler bile sizden rahatsızdır. Çünkü kimse yanında her şeyin olumsuz gittiğini söyleyip duran bir şikayetperver (ben uydurdum ama güzel kelime oldu) istemez. 

Dönüşüm zordur özellikle alışkanlıklar konusunda ama dönüşüm tamamlandığında değdiğini anlarsın. Şu da var ki eğer alabilirseniz aksiliklerin başlıkta da yazdığım gibi tuhaf bir tadı var. 

Her şey stabil düzgün gidince insan cidden bunalıyor. Buna rahat batması diyebiliriz belki. Böyle hiç hesapta olmayan şeyler -aşırı uç ya da kötü olmadıkları sürece- bazen keyif bile veriyor insana. Çünkü aksiliği halletmenin sonunda o stabil haldeki keyfinden daha fazla keyifli oluyorsun. Belki de bu yüzdendir bilmiyorum. 

Dediğim gibi alışkanlıklarımız çoğu zaman bizi yönetiyor. Sadece alışkanlıklarımıza müdahale ederek, kendimizi şekillendirebiliriz. Bu da güzel bir olay aslında. Çünkü düşünsene bu sadece insana özgü ve sen de insansın. Tabi burada "yeter ki iste, ne istersen yaparsın" safsatasına girmeyeceğim. Ama belli bir oranda insan kendine şekil verebilir ve vermelidir de. Çünkü potansiyel kullanılmayan hazine gibidir. 

Siz de bir şikayetperverseniz dilinize pelesenk olmuş cümleler şunlar olabilir:
- Abi millet napıyor ben napıyorum?
- Bi' işimiz de düzgün gitsin.
- Herkes yolunu bulmuş yaşıyor (favorim).
- Benim suçum yok sistem bok gibi.

Evet bu liste uzayabilir. Önce dilden başlamak yararlı olabilir. Bu yazıyı okuduktan sonra yarın sabah şikayetperverliği üzerinizden atmış ve iyi bir sabaha uyanmış olmayacaksınız onu bir kere söyleyeyim. Ama belki gideceğiniz yolda küçük bir ışık olur. Sonuçta insan bazen karanlıkta kibritle bile yolunu bulabilir. 

Güzel bir sözle bitirelim hem de bana ait: "Evinizdeki sıcak su borusu mu patladı? Alın süngeri, açın müziği ve suyu çekin. Bu kadar basit." 

Sağlıcakla kalın dostlar.

28 Mayıs 2020 Perşembe

ONLİNE SUNUMDA KENDİMLE OLAN AMANSIZ MÜCADELEM

Herkese selamlar dostlar. 

Gün geçmiyor ki başıma tuhaf ve düşünülesi şeyler gelmesin. Gerçi çok sıradan gibi gözüken -ki aslında öyle- bir olaydan bahsedeceğim.

Malum artık dersler, sunumlar falan online yapılıyor. Benim de bir dersten sunumum vardı. Hoca mail atmış sunum sırasını. Baktım 3. 4. falanım. Dedim "iyi bari baştan yapayım kurtulayım". 

Neyse sunum vakti geldi çattı. Sunumu yaptım. Fena da geçmedi. Daha sonra dersten çıkmak yerine dersi sessize aldım ve bilgisayarda takılmaya başladım. Tam burda duralım. Neden dersten çıkmadım ki? Hoca sunum dinleme zorunluluğu falan getirmedi. Yani isteyen sunumunu yapıp çıkabilirdi. Ben sunumum bitince çıkmak yerine neden sunumları sessize alıp arkada takılmaya başladım? Bana hiç bir getirisi ve yaptırımı olmayacağı halde. 

Farkettim ki bunu gayet bilinçsiz ve düşünmeden yaptım. Biraz düşününce şunu farkettim: Ben sunum dinlemeyen ya da diğer arkadaşlara saygısız biri olmamayı değil, o şekilde gözükmemeyi istedim. Bu gerçekten çok tuhaf bir davranış aslında. Bana hiç bir zararı ya da faydası olmayacak bir tutum bu. 

Şunu da ekleyeyim: dersi alan hiç kimseyle arkadaşlığım bile yok. Herkes bana yabancı. Ama bu yabancılara saygısız, sunumu dinlemeyen biri olarak gözükmemeyi istiyorum yine de. 

İşin ilginci bunu yaparken yani sunumu sessize almışken, daha kötüsü oluyorum bir yandan: hem saygısız hem de üçkağıtçı. Ama bundan kimsenin haberi olmadığı için içim gayet rahat. 

Sunum esnasında yüzlerini bile görmediğim insanların gözündeki 'ben'i tuhaf biçimde gereksiz olarak önemsiyorum. Dedim ya işin ilginci öyle gözükmemeye çalışırken, öyle olmasından daha kötü biri oluyorum. Hem saygısız hem üçkagıtçı. Bunu yaparken inanın farkında bile değildim nerdeyse. Sonra birden bir ampul yandı kafamda. O andan itibaren kendimle müthiş bir mücadeleye giriştim. Kendime dinlemememin mantıklı olduğunu, herkesin yüksek ihtimalle bu şekilde yaptığını ispatlamaya giriştim. 

Şöyle dedim kendime :"Abi zaten herkes sunumunu yapıp sessize alıyor." İşte burda o "herkes" palavrasıyla mücadelem başladı. İşin ilginci herkes tek tek "herkesin" böyle yaptığını söyleyip bu şekilde davranıyor. 

Herkesciler yazımda bu "görünmeyen herkes" palavrasına değinmiştim. Tamamen kendine neden yaratma ve içindeki o yanlış yapma hissini yok etme çabası. Mücadelem devam ederken bi' izlemeye karar verdim bi' izlememeye. Peki hangisi benim? Hangi ses benim sesim? Bence ben o sesleri üreten değil onlardan herhangi birisine kulak verenim. İki ses de hücum etti ve sonunda sunumları cidden dinlemeye başladım. 

Yaptığım şey o kadar saçma geldi ki hemen ardından. "Abi niye dinliyorsun" demeye başladı bir taraf. 
Sonra eğer "dinlemeyeceksem çıkmam gerekir" dedim kendime. Diğerlerine saygısız gözükmemek için çıkmadım. Yine onların gözündeki "ben" için yaptım bunu. Diğerine kıyasla biraz daha iyi gibi bu. Sonunda dinlemeye karar verdim ve o şekilde gitti sonuna kadar. 

Sunumlar bitip herkes çıkınca bilerek çıkmadım ve bir kişi kaldı. Farkettim ki o da almış sessize ve gitmiş. Demek ki çoğu kişi "herkesin böyle yaptığını varsayarak" bunu yapıyor. Biliyorum çok basit ve saçma gelebilir olay. Bizene abi senin sunumundan da diyebilirsiniz. Ama dostlar hayat tam da bu önemsiz detaylarda gizli gibi. 

Farkında olmadan aldığımız çoğu karar kendimizi analiz etmemiz için bir fırsat bence. Şu ufak olayda bile kendimle olan mücadelem şaşkına çevirdi beni. Çok önemsiz bir olaydaki insanın kendiyle olan mücadelesine bakın. Hayatta en zor şey kendinle mücadele etmek galiba. 

Biliyorsunuz güzel bir sözle bitirmek adetimiz oldu. O zaman Hz. Muhammed'den güzel bir alıntıyla bitirelim: "En büyük savaş nefisle olan savaştır".

27 Mayıs 2020 Çarşamba

"ÜÇ KAĞITÇI DİNDAR İNSAN" PROBLEMİ

Bu yazıda toplumumuzun kanayan bir yarası olan ve artık her şeyin metalaştığı bir düzende, kes kes kes. Ne diyon abi sen ya? Güzel konuşabildiğini ve kelime dağarcının müthiş olduğunu ispatlamaya çalışmaktan vazgeç. Mahrum bırak bizi efsane cümlelerinden nolur.

 Evet dostlar samimi olmayan ve gereksiz bir giriş örneğiyle girişimizi yaptık. Bu yazıda beni zamanında gerçekten çok şaşırtan bir konu üzerine yazacağım. Bakalım fikirlerimi ve analizlerimi nasıl bulacaksınız. 

Bu problem başlıktan da anlaşılacağı üzere dindar bir insanın üçkağıtçı olması ya da aynı insanın şöyle diyelim çok temel ahlak ilkeleri olan örneğin ticarette hile yapmamak gibi bazı ilkelere bile uymaması. 

Şunu hemen söyleyeyim ki inceleme alanımız gerçekten samimi olan insanlar. Dini, çıkar amacı olarak görenler zaten kendi çıkarını düşünüyordur ve samimi değildir. O yüzden onlara hiç bulaşmayalım. 

Bir insan gerçekten samimi şekilde inanıyor, her türlü ibadetini yapıyor ve yine de çok temel bazı ahlak ilkelerine -ki inandığı dinde de bunun yeri var- bir türlü uymuyor. Beni eskiden o kadar şaşırtırdı ki bu durum. "Abi nasıl?" derdim ya nasıl?

Her kötü şeyin cezasını çekeceğine inan, müthiş bir cehennem azabına inan, Tanrı'nın her an seni gördüğüne inan ama gel de bu şekilde davran. Dindar insanlarla konuşup fikirlerini biraz biraz anlayınca -ailemin çoğu bu grupta- şunu farkettim. Tabi ben burada İslam'ı ele alacağım. Dindar derken Müslümanlardan bahsediyorum. Biraz dar bir alan. 

Şimdi dine baktığımız zaman İman ve İslam diye ikiye ayırabiliriz. İslam'ın şartları ve İman'ın şartları belli. Zaten bir kaç tane. İman inanmak üzerine, İslam ise eylem üzerinedir. Hemen birer örnek vereyim. 

Peygamberlere inanmak imanın, oruç tutmak İslam'ın şartıdır. Cennete gitmek için imanlı olmak yeterlidir. Dinin bir yerde amaç olarak gösterdiği şey zaten cennete gitmektir. Ne kadar Allah'ın rızası densede asıl cezbeden cennet, asıl korkutan cehennemdir. 

Amaç cennete gitmek ve cehennemden kurtulmak olduğunda ve cennete gitmenin şartı inanmak ve ibadetler olduğunda, ibadetleri aşırı önceleyen insanlar karşımıza çıkıyor. Adamın amacı cennete gitmek ve yol belli: inan, ibadet et. Bu kadar basit. 

İbadetler bu kadar öncelendigi zaman geri kalan çok temel değerler (kibarlık, hoşgörü, adalet) maalesef anlamını yitiriyor. Tabi hemen şunu da ekleyeyim linç falan etmeyin. Her dindar insan böyle olmayabilir. Olanlar nasıl oluyor problem bu. 

Cennet gerekleri yapıldığında insan zihninde ister istemez görevimi yaptım duygusu oluşuyor ve  mesela birine kaba davranmamak artık yapılsa da olur yapılmasa da durumuna geliyor. Nasıl olsa asıl gerekenleri yaptım düşüncesi bir şekilde o insanı uyuştuyor ve ortada bir neden kalmadığı için temel ahlak değerleri zayıflıyor. Bu sadece böyle kalmıyor tabi ki. 

Artık insanları da bunlar üzerinden okumaya ister istemez meylediyorsunuz. İbadet edenlere karşı istemsiz bir güven ve yakınlık duyup, onları iyi insan olarak görmeye bile başlayabilirsiniz. Hatta namaz kılıyor, abdestli geziyor diye bir lidere oy bile verebilirsiniz. 

Problem en temelde, o insanın direk içinde. Bir benzetme yapmak istiyorum izninizle. İsterseniz izin vermeyin abi blog benim yaparım yine de:). Neyse araya verdiğim soğukluktan sonra devam ediyorum. 

Örnek şu: bir ders aldığınızı düşünün. Eğer tek amacınız o dersi geçmekse muhtemelen hiç bir şey öğrenemez ve çeşitli hilelere başvurursunuz (kopya gibi). Asıl amacın öğrenmek olması değil de dersi geçmek olduğu bir yerde kimse doğru düzgün bir şey öğrenemez. Olay da tam olarak bu işte. 

Bütün yazıyı bu örnekle özetleyebiliriz. Aşırı öncelenen ibadet ve ibadet taasupluğu 
(biraz şöyle eski kelime kullanalım da biliyor bu adam desinler, anlamı aşırıcılık bu arada) karşımıza böyle garip görünen ama biraz kafa yorunca o kadar da garip olmadığı anlaşılan insanları çıkarıyor. Belki de bu yüzdendir ki ateist birisi yok olacağını düşündüğü halde iyilik yapar. Çünkü iyi ve kaliteli biri olmayı öncelemiştir ibadetleri değil. 

Tabi burada "ateistler daha ahlaklı" boş muhabbetine ya da "inanmayan, inançsız adamdan her şey beklenir" saçmalığına girmeyeceğim. Bunları konuşmaya bile değer görmüyorum. 

Bir problem de çözüldü gibi ha dostlar ne dersiniz? Yanlış çözülse de kofa yormak da iyidir çoğu zaman. 

O zaman genelde yaptığımız gibi sorumuzu sorup bitirelim: Hayatta neleri önceliyorsun hiç düşündün mü?

26 Mayıs 2020 Salı

GARİP Bİ' MUTLULUK

Mutluluk garip olay dostlar. Herkes mutlu olmayı, iyi hissetmeyi doğal olarak ister ve çoğu zaman bunu hakettiğini düşünür. 

Mutluluğu hayatın amacı olarak görenler de var. Aristo mesela hayatın amacının kişisel mutluluğu sağlamak olduğunu söyler. 

Size mutluluğun formülünü falan söylemeyeceğim merak etmeyin. Ya da ne biliyim mutluluğun listesini elinize tutuşturmayacağım. Sadece bir anlamda garibime giden bir olaydan bahsedeceğim. 

Az önce akşam yemeğini yedim. Menüde patates kızartması, çay ve soğan vardı. Abi soğanı tuzlayıp yemeğe bayılıyorum cidden. Varoş bir mahallenin kötü bir apartmanında adamakıllı güneş bile görmeyen bir giriş katından yazıyorum bu satırları. Geçen ay kirayı bile ödeyemedik. Evde 2.5 aydır yapayalnızım. İki tane sevgilim oldu ve ikiside terketti. Banka hesabımda adam akıllı bir miktarda para bile yok. Az önce içtim 5 liralık bir sarma sigarayı. 2.5 aydır kimseyle muhabbet bile etmedim. 
Korona virüs yüzünden evden de çıkamıyorum. Arada mahalleye seyyar satıcılar geliyor bazen onlarla laflıyorum konuşma ihtiyacım sebebiyle. Abi çiçeğim bile düzgün değil. Geçen gün bir abi verdi saolsun o bile soldu iki gün önce. Ama düşünüyorum da mutluyum be dostlar. Nazarınız değmesin aman:) 

Dedim ya ne acayip şey şu mutluluk. Belki de mutsuzluğun temel sebeblerinden birisi elimizde olmayan şeyleri elde ettiğimizde mutlu olacağımızı sanmamız, mutluluğu o "elde etme"de görmemizdir. Henüz elde edemediğimiz için de mutlu olamıyoruz bir türlü. Elde edince de artık elde ettiğimiz için mutlu olamıyoruz. Sahi nedir abi bu mutluluk. Kader ya da genetik falan mı? 

İkisinin de etkisi vardır illaki. Peki ya mutsuzluğun sebebi içimizde bir yerlerdeyse. 

Galiba dışsal sebepler insanı mutlu etmiyor. Sadece belli bir süre ki o da kısa oluyor genelde iyi hissettiriyor. Dışsal sebepler galiba zaten mutluysak biraz daha arttırıyor mutluluğumuzu. Ama mutlu değilsek mutlu edemiyor bizi. 

Ne tuhaf değil mi dostlar? Bu hayatta, boğaz manzaralı yalıda dalgaların sesini de duyarken mutsuz olmak da var, varoş bir mahallenin güneş görmeyen bir evinde akşam yemeğini soğan patates ikilisiyle halledip 5 liralık sigarayı yakarken mutlu olmakta.

"HERKES YAPIYOOO"cu İLKESİZ ANDAVALLAR

Selamlar dostlar. 


Ders çalışırken bir anda aklıma bir şeyler geldi, ardından durup dururken sinirlendim ve kendimi burda buldum. 


İtiraf etmeliyim ki yazmanın en önemli artısı insana bir çeşit deşarj olma imkanı vermesi. Neden sinirlendim hemen söyleyeyim. Aklıma tartıştığım birisinin, ne zaman bunu yapma dostum bu yanlış desem herkes yapıyor demesi geldi ve olanlar malum. Bu ilkesiz tavır ve "herkes yapıyo"culara bir kaç söz etmek istiyorum. Arada bir küfür kaçabilir kusuruma bakmayın.


 Şöyle gireyim mevzuya biraz alakasız gibi gözükse de: Doğada özgürlük yoktur. Her şey bir neden sonuç zinciri içinde gerçekleşir. Her şey önceden konulmuş bazı kurallara göre işler. Her hareket o kuralların sonucudur. Kısacası determinizm. 

Terim kullanmayı pek sevmiyorum ama belli başlı şeyleri de bilmek gerekiyor. 


Bu neden sonuç zincirinin dışına çıkma imkanı sadece insanda vardır. Yani insan bireysel olarak kendi kuralını koyar. Çok basit bir örnek: Canın hayvan gibi çekmesine rağmen bir şeyi yemekten vazgeçersin çünkü sağlığın için zararlıdır. Yani irade dediğimiz şey sadece insanda vardır. Bazı hayvanlarda da çok küçük de olsa olduğu söyleniyor ama o konuda bir şey diyemem. 


Her şey sana yap derken ( içgüdü, ihtiyaç, baskı) hayır diyip yapmamaktır insan olmak. İnsanın temelde farkı budur. Ve birçok ekol de iradesini kullanmayanları, bunlara belli başlı dinler de dahil, hayvandan pek farkı olmayan canlı olarak görür ki hayvanda yoktur bu irade. Kısacası olup da kullanmayan daha aşağıdadır sonucunu çıkartmak pek de zor olmasa gerek. 


Bu herkes yapıyocu andavallara bakıyorum da hiç bir ilkeleri yok ve suyun götürdüğü tarafa giden balıktan farkları yok. Herkes yapıyormuş. Herkesin hayatını s...(RTÜK sansürü). 


Sen ilkeni koyabildiğin gün, sen durup kendi kuralını oluşturduğun gün insan olacaksın. İnsan bedeninde doğmuş olman seni insan yapmaz. Bu herkesciler genelde torpil yapanlardır. Bakın emek harcamış hak etmiş ama torpilsiz de olmuyor diyenleri bir nebze anlarım (ki buna bazıları referans diyebilir tamam bunu da kabul edebilirim). Ama bu andavallar direk torpille işlerini hallediyorlar ve ağızlarında aynı laf "herkes yapıyor". Peki be amk evladı herkes yapıyor da sen orayı hak ettin mi? Önce bu soruyu sorman gerekmiyor mu kendine? 


İşin garibi herkes "herkes yapıyor" diyor. Bu nasıl bir saçmalık. Herkes bunu diyorsa herkes kim abi? Temelde problem kendine neden yaratmak ve üstüne sorumluluk almamak. Torpil yaptım çünkü herkes yapıyor yani suçum yok. Nah yok amk çocuğu. 


Dostlar farkındayım buraya küfür okumak için gelmiyorsunuz ama mazur görün hak etmeyenleri bir yerlerde görmeye tahammülüm yok. 


Dediğim gibi herkes yapsa da bu seni ilgilendirmez. Zorunda kalmadıkça ki bu da tartışılır ve orası için emek harcayıp orayı hak etmedikten sonra senin bir bez kadar değerin yok.


Torpil mevzusunu geçtim. Biriyle konuşuyorum diyorum ki şu yanlış. Diyor ki ama herkes yapıyor. Kardeşim senin beynin ne işe yarıyor? Senin kendi doğrun kendi ilken yok mu? Senin doğru ya da yanlışlarını herkes mi belirliyor? 


Eğer öyleyse sen "sen" bile değilsin. Herkesin yansıması falansın. 


Madem torpil dedik güzel bir söz edelim: Önemli ve değerli olan, bir şeyi elde etmek ya da onu elinde bulundurmak değil, o şey için harcamış olduğun çabanın kendisidir. 


Şimdi soralım sorumuzu: Herkesin yaptığı mı senin yaptığın mı önemli?

"YAPMAYI" ya da "YAPMIŞ OLMAYI" İSTEMEK

Selamlar dostlar. Keyifler nasıl?


Konuşma havasında yazmayı seviyorum. Daha bir samimi daha bir içten geliyor. Bazen bir yazı okuyorum abi adam bir terimler kullanmış, bir kaynaklar göstermiş sorma. Sanki derdi bir şey anlatmak değil de iyi yazdığını ya da ne biliyim bildiğini göstermek. 


Argo ya da küfür kullanıyorum bazen. Bence argo eğer doğru kullanılırsa çok işlevsel. Yani aptal saptal terimler kullanıp bir bok anlaşılmayan cümleler kurmaktansa argolu yazmayı yeğlerim. Bugünkü yazı da tamda bunla alakalı işte. Durun bir fırt daha alayım sigaradan. Sago sen de sus artık tamam yazıya başlıyorum.


Etrafıma bakıyorum şöyle bir, sanki bazıları bir şeyleri yapmak değil de sadece yapmış olmayı istiyor. Adam bir sürü yer gezmiş instada her yer için öne çıkarılan hikaye oluşturmuş. 


Dostum birinin bunu sana söylemesi gerek. O öne çıkarılan hikayeler kimsenin sikinde değil. İnsan gezip gördüğü yerleri paylaşabilir tabiki de ama kim için geziyorsun bana bir söylese. 


Evet yazının tam da burasında bu tarz birisi "ya bir git" diyip okumayı bırakmış olabilir. Biz kalan dostlarla devam edelim. 


İnsan bir şeyi yaparken (gezerken, kitap okurken) yaptığı eylemi başkalarına göstermek için, ya da ispat etmek için uğraşmamalı. Bir şeyi yapmaktaki maksat o şeyi yapmak olmalı sadece. Ya da sana bir şey katacağını düşündüğün için yapmalısın. 


Yapmayı istemek kendin içindir, yapmış olmayı istemekse başkaları içindir. Kendinden pay biç. Birilerinin bir şeyleri yapmış olmasıyla ne kadar ilgileniyorsun. "Banane ya yapmışsa yapmış" diyorsun demi. Çoğu kişi de böyle düşünüyor emin ol. En azından aklı başında olanlar. 


Ne kadar da kendimizle gerçekten ilgili olmayan şeylerle meşgul oluyoruz. Bir şey olmak daha zordur bir şeymiş gibi gözükmekten. Bundandır galiba çoğusu görünmeyi önemser, olmayı değil. Bir tane kitap alır eline ayda yılda bir, bitirmez belki de ama hemen sarılır telefona paylaşır. 


Tamam dostum kitap okuyan, kültürlü birisisin yorma kendini. Böyle birisi olmadığın eline bir kitap geçince hemen telefona sarılmandan belli. Kürk Mantolu Madonna meşhurdu bir ara. Hala da meşhur sayılır. Herkes okudu maşallah. Nerden mi biliyorum. Hikayelerden :). 


Sen bir şey yaparken o şeye odaklanmayıp ondan bir şeyler almaya çalışmazsan başkaları için yapmaya başlarsın artık o şeyleri. Bu öyle bir histir ki birilerinin haberi olmayınca yapmamış olduğunu hissedersin artık. Yaptığın şey üzerine düşünemez, ondan tad alamaz hale gelirsin. Kısacası başkaları için kendinden, kendi eyleminden çalar hale gelirsin. 


Başkalarının gözündeki imajdır önemsediğin. Ama acı bir gerçektir ki o imajı bir tek sen önemsersin. Kitap okuyan, kültürlü biri mi olmak istiyorsun? O zaman ol. Bu kadar basit ve bu kadar da zor. Bunu kendine düstur edindiğinde farketmeye başlarsın ki asıl önemli olanın kendi gözünde ne olduğudur. Sen kendi gözünde kitap okuyan biri değilsen, yani gerçekte böyle biri değilsen hayatını bir yalanın, bir illüzyonun üstüne inşaa etmişsindir. Bu yalan seni duvara toslatır sonunda. Bir bakarsın sonunda kesen de koca bir sıfırı vardır. Görünmeyi seçmişsindir öyle olmaya çabalamak yerine. Görünmek kolaydır çünkü olmak hiç de kolay değil. 


Herkes yoksa senin için hiç bir şey yapılası değildir. Ayağında koca bir "herkes" prangası takılıdır. Bu pranganın klasik hali "millet ne der" kafasıdır. Genelde yaşlı ya da mahalle kültüründe yetişmiş kişilerde gözlenir. Bunun modern hali yani modern prangaysa "millet sansın" dır. Bu da yeni nesilde almış başını gidiyor. 


Hangisi mi daha kötü? Bence modern pranga. İlkinde yapmaktan kaçınırsın. Seni engeller. Kimse görmezse kafan rahattır. Ama modern pranga senin motivasyon kaynağındır ve herkes yoksa bu senin için zulümdür. Gördüğüm kadarıyla artık yeni nesil ilk prangayı aştı. Ama galiba yağmurdan kaçarken doluya tutuldu ve karşınızda modern pranga. 


Hani eleştirdiğin o mahalle teyzeleri ya da dedeler var ya millet ne der diye yaşayan. Sana kötü bir haberim var, sen onlardan da kötü bir haldesin. Yaptığın eylemden zevk alamaz hale geldin çünkü kimsenin haberi yoksa niye yapacaksın ki zaten. 


Bana diyebilirsiniz "senin niye sikinde bu adamlar". İyi bir soru hemen cevaplayayım. Çünkü sinir oluyorum hahahah. 


Şaka bir yana belki bu tarz birisi bu yazıyı okur da yalan dünyasından şöyle bir çıkıverir. Birisine faydamız dokunur. Ama cidden sinir de oluyorum bazen. Kolay yolu seçme, zoru seç ki seni biraz daha ileriye taşısın. 


Görünmeye değil olmaya çalış. İmajını değil kim olduğunu önemse. Bu yazıyı okuyunca bunlar olmayacak hemen. Ama kofa yormana yardım eder belki kim bilir. Hem en uzun yolculuk da küçük bir adımla başlar.


Sorumuzu soralım ve bitirelim : "Yapmayı mı istiyorsun, yapmış olmayı mı?"

"HAYATTA BİR BOKA YARIYOR MUSUN?" DÜŞÜNSEL DENEYİ

Herkese selamlar dostlar. 


Bu yazıda kendimize hayatla alakalı bir kaç soru sormamıza yarayacak, hayatımızı ve kendimizi değerlendirmemize yardım edebilecek bir düşünsel deneyden bahsetmek istiyorum. 


Bunu bir yerde okuduğumu ya da birisinden duyduğumu hatırlamıyorum. Belki benzer şeyler daha önce de tasarlanmış olabilir. Eğer benden önce birileri benzer bir deney kurguladıysa onların affına sığınarak deneye geçmek istiyorum. Deneyimizin ismi başlıktan anlaşıldığı üzere "Hayatta bir boka yarıyor musun?" deneyi.

   

Düşünsel bir deney olduğu için bir çok şeyi es geçip idealize edeceğiz. Bu deneyde önemli olan asıl şey mümkün olup olmaması değil, bizi az da olsa hayat ve kendimiz üzerine düşünmeye sevk etmesi.


İnsan nüfusun çok arttığını -ki şuanda bile az çok böyle olduğunu düşünen insanlar var- düşünelim. O kadar artıyor ki artık dünyamız bu nüfusu kaldıramaz hale geliyor. Devletler bunun tek çözümünün nüfusun belli bir kısmının eritilmesi olduğuna karar veriyor. 


Teknolojinin de çok geliştiğini varsayalım. Bir makine üretiliyor. Bu makine her insanı bir teste sokuyor. Dediğim gibi asıl mesajı vermek için bir çok unsuru idealize edeceğiz. Teste alınan bir insan eğer faydasız, sadece tüketici ve kendine, dünyaya bir şeyler katan biri değilse, kısacası "boş" yaşayan biriyse makine bunu sıfır hatayla tespit edebiliyor. Ve makinemiz o kadar iyi ki hiç kimse için - insan sayısı aşırı fazla olsa bile örneğin 100 trilyon diyelim- adaletsiz bir sonuç vermiyor. 


Testin sonucunda eğer "boş" bir insan olduğunuz anlaşılırsa anında acı çekmeden hayatınıza son veriliyor. Hatta sistemimiz o kadar iyi ki sizin ölümünüz üzerine üzülecek tek kişi bile olamayacak. Onlar da makine sayesinde sizi unutacak ve hiç üzülmeyecekler. 


Bu teste bütün insanlar -zenginler, fakirler, devlet başkanları- girmek zorunda. 


Şimdi kendimize soralım bu test tam şuanda bize yapılsa makineden sağ çıkabilir miydik? Ben açıkçası pek emin değilim. Bu hayata niye geldiğini, ne yapması gerektiğini düşünmeyen, yiyip içip sevişmekten başka bir aktivetesi olmayan bir kişiysek muhtemel bu testten geçemeyeceğiz. 


Varlığımızın anlamı üzerine düşünmeden geçen bir ömür tam olarak ne ifade eder?


Bu soruyu kendimize sorarken dürüst olmalıyız. Şöyle arkamıza yaslanalım ve deneyi biraz düşünelim. "Ben bu hayatta gerçekten ne yapıyorum?" sorusunu sorup birazcık bunun üstüne kafa yoralım. 


Muhtemelen itirazlar gelebilir. Kime göre "boş" insan olarak etiketleneceğiz ki denebilir. Yani tamamen faydasız, hayvani yaşayan biri de hiç de boş yaşayan biri olmadığını öne sürebilir tabi ki. Ama buradaki ana sorumuz hale gücünü koruyor. "Bu hayatta ne yapıyorsun?", ya da "Hiç var olmasan ne değişirdi ki?". 


Eğer bunların üzerine kafa yormuyorsak hiç var olmamamızın pek bir şey değiştireceğini düşünmüyorum. Bir cevap da bulmamız gerekmiyor. Aramak da önemli bir olaydır burada. Herhangi bir cevap da bulamayabiliriz. Kısacası yaşamayı hak ediyor muyuz? 


Kendimize soralım bu düşünsel deney bağlamında. Bize hayatın anlamının verilmesini mi bekliyoruz? Biri gelip bunu bize söylesin mi istiyoruz? 


Soralım kendimize ve olabildiğince dürüst olalım kendimize :"Bu makineden sağ çıkabilir miydik?"

FAKÜLTEDEN DEVAM EDİYORUZ ARKANIZA YASLANIN

Geçen yazıda hazırlığı tamamlamıştık dostlar. Şimdi geldik fakülte kısmına. 


Şunu baştan söylemeliyim ki eğer bölümünüz boş bir bölüm değilse bir şeyler için çok fazla zamanınız olmayacak maalesef. O yüzden geçen yazıda hazırlığa biraz fazla yer ayırmıştım. Ama hazırlık okumasanız da problem yok. Hazırlık kadar boş vaktiniz olmasa da yine de vaktiniz olacaktır. 


Dostlar üniversiteye hayvan gibi ders çalışmak için gelmediniz en azından ben öyle düşünüyorum. Vitesimizi yavaş yavaş arttırmalıyız. Tavsiyem dersleri aşırı boşlamayın ama çok da derslerle boğulmayın. 


Eğer üniversiteden sonra devam etmeyecekseniz trankripttin -yani not ortalamasının ki bu da 4 üzerindendir- pek fazla önemi olmayacak. Zaten kpss falan düşünüyorsanız mezun olsanız yeter. 

Ortalamanın hiç bir anlamı ve etkisi yok devlete girişte. Özelde işe girerken de genelde tanıdıklar çok etkili. Transkriptin öyle aşırı bir olayı yok. O yüzden sakin oluyoruz ve ayarında asılıyoruz derslere. 


Geçen yazıda verdiğim örneği hatırlayalım. 

0 hiç, 10 sürekli çalışmaksa siz ilk sene 3-4 gibi gezseniz sınavlar yaklaşınca da 5' in üstüne çıksanız yeter. Ama dediğim gibi derslere gidin genellikle. Sadece dersler için değil aynı zamanda insan da tanırsınız. Bölümdekileri tanımak önemli. 


Sakın bölümdekileri takmayan mal mal "coolluklar" yapmaya çalışan biri olmaya heveslenmeyin. Sosyalleşin olabildiğince. Bakın dostlar üniversiteye gidince göreceksiniz her türden adam var orda. Farklı insanlar tanımak onlarla şöyle bir muhabbet etmek size hiç olmazsa "ulan bu adam da normalmiş öyle göründüğü gibi değil" lafını söyletir. 


Bazı tiplere ve karakterlere karşı önyargılarınızdan kurtulursunuz ve ilerideki hayatınızda daha sağlıklı ilişkiler kurmakta bence bunun faydası mutlaka olur. 


Dedim ya her türden adam var diye. Çevremde 'ateist, deist, eşcinsel' yani toplumda azınlık olan ve dışlanan kişiler vardı. Başta ben de önyargılıydım fakat biraz konuşup vakit geçirince çok da farklı olmadığınızı anlıyorsunuz. Ben toplumda normal kabul edilen biriyim ve bir sürü normal kişi de bu tarz insanlara maalesef ön yargılı. Ama siz bunları insan tanıyarak aşıyorsunuz. İlla aşmanız gerekmiyor herkese karşı ama ben faydalı görüyorum. 


Neyse konuyu dağıtmayalım. Dediğim gibi derslere ayarında çalışın. Hazırlık okuduysanız zaten bir çevreniz olacak. Yeni bir çevre de iyi gelir size. İlk yazıda dediğim gibi üniversite bitince çok büyük olasılıkla maksimum 3-4 kişiyle sürekli iletişim halinde olursunuz gerisi geçici ama herkes eğer almaya açıksanız size bir şeyler katar emin olun. 


Bir arkadaş grubunuz varsa güzel olur. Çünkü bir şeylerin tadı bazen gruplarla daha güzel çıkıyor bence ama yoksa bir dost bile kafi olur merak etmeyin. Tekrar hatırlatıyorum abazalık ve kaşarlık yapmıyoruz. 


Kızlar size söylüyorum üniversitede erkekler deli gibi hatun paslar birbirine. O yüzden kimlerle takıldığınıza dikkat edin bence.


Bazı ortamcı herifler görürsünüz sanki her hafta bir hatunu iç ediyor. Emin olun öyle bir şey yok varsa da ben görmedim. Zaten düşük düşük hatunlarla takılmanın da delisi olmayın. Ne var yani, bugün olup yarın olmayacak hatunların peşinden koşmanın bir yararı yok. Eğer gerçekten size uygun kaliteli birini bulursanız zaten bu üniversite hayatına cila olur ve tadından yenmez. 


O ortamcılar da mezun olduktan sonra saplıklarına üzülüp instadan falan sağa sola yazarlar veya yedekteki buddylere yürüyeceklerdir hala. Benim tavsiyem genelde ciddi düşünün. Yok ben ortamcıyım tuttuğumu alıyorum diyorsanız dicek bir şeyim yok ama çok kadın hiç kadındır unutmayın. 


Okul açılır açılmaz yine temkinli olun, hatunlara atlamayın dediğim gibi. Kulüplere devam edin. Eğer maddi anlamda sıkıntınız çok yoksa okulların çok fazla gezisi oluyor mutlaka gidin. Okul bitince o kadar vaktiniz olmayacak dostlar. Şimdi gelelim soru soru gitmeye.


1 - Bölümden manita (kız/erkek) yapılır mı? Mantıklı mı?


Dostlar bu soru da çok fazla değişken içeriyor maalesef. Bölümden olan kızla/çocukla çok mutlu olabilirsiniz tabi ki ama düşman olarak da ayrılabilirsiniz. 


Size gerçekten uygun olan kişi bölümden de olmayabilir. Bunlar hiç belli olmaz. Ama şu da varki sevgilinizle aynı bölümden olduğunuzda maalesef bir yerden sonra sürekli onla takılmaya başlıyorsunuz. Bunun sonucunda da iki kişilik bir yalnızlık yaşıyorsunuz. Tabi sevgilinizle bir arkadaş grubunuz falan varsa o zaman durum başka. Ama benim gördüğüm kadarıyla bölümden sevgili yapmak pek iyi olmuyor ki ayrılırsanız da başka bir zulüm. 


Tabi ilişkiye başlarken ayrılırsak ne olur diye hesap yapılmaz ama bölümden sevgili yapmak biraz alanınızı ve çevrenizi törpülüyor gibi. Başka bir bölümden sevgili yaparsanız hem sevgilinizle vakit geçirirsiniz hem de bölümdeki arkadaşlarınızla. Çünkü bir yerden sonra arkadaşlarınız ve sevgiliniz arasında bazı durumlarda tercih yapmanız gerekiyor ve ister istemez sevgiliyi tercih ediyorsunuz. 


Dediğim gibi olmaz, mantıksız demiyorum ama bölüm dışına açılmak daha mantıklı olabilir. Şu da var ki bu söylediklerim ilk sene için geçerli. Son sınıfta bölümde hoşlandığınız varsa zaten her türlü yürüyün. Okul bitmiş zaten seneye kimse yok piyasada, içinizde kalmasın. 


Evet 10 adet oyumun 7 sini farklı bölüme 3 ünü de aynı bölüme veriyorum bu soru için. Geçelim ikinci soruya.


2 - Ev mi yurttu? Yurtsa kyk mı özel mi?


İlk sene zaten çok büyük ihtimalle yurtta kalırsınız. Tavsiyem ilk senenin sonunda imkanınız varsa mutlaka eve çıkın. 


Ev olmadan öğrencilik ve üniversite hayatı tam anlamıyla yaşanmaz. Arada serserilik yapıp eve kankalarınızla geç saatte dönüp sızmanın bile keyfi başkadır. Hayatınız daha fazla "kendinizin" olur bu sayede. 


Kendi odanız, kendi eviniz, yatırmanız gereken faturalar, ev ve mutfak ihtiyaçları... Bunlarla kim uğraşacak demeyin. Sorumluluk aldıkça büyüdüğünüzü göreceksiniz. Bu normal hayatınıza da aksedecek. Hiç olmazsa son iki seneyi evde geçirin de o öğrencilik hayatını yaşayın. 


Hayat dediysem efsane bir hayat değil o kadar da. Yeri gelecek ev arkadaşınızla tartışacaksınız ama sonra gidip özür dilemeyi ya da orta yolu bulmayı öğreneceksiniz. Kan bağınızın olmadığı biriyle aynı evde yaşamayı tecrübe edeceksiniz. Belki kavga edip, evden ayrılıp bir daha görüşmezsiniz bile. Bu olay bile hayatınızdaki neredeyse herkesin potansiyel gidici olduğu tecrübesini verir size. 


Yaşamaktan korkmayın hiçbir zaman. Ev bence olmazsa olmazıdır üniversite hayatının. Ama maddi durumunuz el vermiyorsa yapacak bir şey yok. Özellikle İstanbul'daysanız biraz sıkıntılı durumlar. Çok zorlanmayacaksanız ben kesinlikle tavsiye ederim. Bunları da zaten öğrenci evinden yazıyorum:) 


Yurt konusuna gelince kyk yurtları bence yeterli olur. Son dönemde baya yurt açıldı ve konforlu sayılır çoğu. İnternetleri falan kötüdür. Onun dışında odalar 3-4 kişilik, yemekler güzel ve yurt ucuzdur baya. Kyk yurdu çıkarsa ben gidin derim. Eskisi gibi siyasi olaylar da pek yok. Kyk yurdunda tanışıp hala görüştüğüm insanlar var mesela. 


Gelelim cemaat yurduna. Dostlar sakın bu yurtlara bulaşmayın. Ben bir senemi verdim. Zor kurtuldum valla. Bütün üniversite hayatınızı çalar bu yurtlar. Üniversitede size lazım olan şey zamandır ve bu da vardır yeterince. Cemaat yurtları sizi yurda bağlar ve dışardaki hayatınızı öldürür. Ben çok tartıştım ailemle bu konuda ve ne yapıp edip ayrıldım. Şimdi hayatımda verdiğim en mantıklı kararlardan biri olduğunu net şekilde görüyorum. Hatta hayatını ikiye böl desen cemaat yurdundan önce sonra diye bölerim. 


Yurtttan çıktım ve baktım ki baya zamanım var. Kitap okumaya, arkadaşlarımla daha fazla vakit geçirmeye, sporla uğraşmaya başladım. Kısacası yaşamaya başladım arkadaşlar. Siz de sakın bu hatayı yapmayın. 


Bakın hata yaparak öğrenmek çok etkilidir evet ama Victor Hugo'nundu sanırım bir sözü var şunu söylüyor: "Başkalarının hayatından da ders alın çünkü hayat her hatayı yapmak için çok kısa". 


Evet bence de olay bu. Yani net şekilde görmüş biri olarak söylüyorum durum bu. Bu soruyu da tamamladık dostlar. Sıradaki soruya geçelim


3 - Bir işe girmeli mi?


Farkındayım çok fazla şunu yap bunu yap dedim. Bir de işe mi girelim diyebilirsiniz. Bence çok zorlanmayacaksanız girin. 


Üniversitede kütüphanede ya da farklı bölümlerde çalışabilirsiniz part-time olarak. Kendi paranızı kazanmayı ve en azından bir iş ortamını görmeye çalışın. Yazın da çalışabilirsiniz. Ama üniversite hayatı boyunca mutlaka bir dönem işe girin. Size bir şeyler katacaktır mutlaka. Sorumluluk almayı, insarlarla konuşmayı daha iyi öğrenirsiniz. 


Ben üniversite hayatım boyunca ailemden neredeyse hiç destek görmedim mesela. Bu beni iş bulmaya ve bir şeyler yapmaya itti. Ve girdiğim işlerde de çok şey öğrendim diyebilirim. O zaman biraz hayıflandığım bu durum için ama bana parayla satın alamayacağım bir şey verdi: Tecrübe.


Evet arkadaşlar 4 seneyi ayrı ayrı yazmaya gerek yok herhalde. Ders çalışma vitesinizi yavaş yavaş arttırın demiştim. Son sene zaten herkes bir köşeye çekilecek göreceksiniz. Mezun olma ve iş telaşı saracak herkesi. Son sene artık çok fazla takılmıyor millet birbiriyle. Genelde daha çok derslere veriyor kendini ki bu da normal olan bir şey zaten. 


Son sene 7 -8 vitesinde çalışabilirsiniz bence makuldur. Okulu 1 seneden fazla uzatmayın derim. Hem kabak tadı veriyor hem de çoğu arkadaşınız gidiyor falan. Kısacası pek iyi olmuyor sizin için. Yazları da gezmeye bakın derim. Otostopçu adamlar falan bulun. Bir de dostlar şöyle sizi itekleyecek, size bir şey katacak adamlarla dost olun. 


Dümdüz yaşayan bir adam sizi de aşağı çeker. Benim gördüklerim ve tecrübelerim bu şekilde. İllaki eksik vardır. Ama kendi adıma konuşmam gerekirse üniversitede kendime çok şey kattım diyebilirim. Hayat anlamında tabi. Yapamadıklarım oldu tabi ki. Bunlarda genelde maddi sıkıntılardan dolayı. Örneğin Amerika'ya gitmek istedim bir ara baya uğraştım ama para biriktiremedim yeterince. Boş boş adamlar gitti ben kaldım öyle. 


Yine bir skalaya oturtturmak gerekirse (0 bok gibi 10 efsane)

ben üniversite hayatımı 8 gibi bir yere koyarım. Zaten dostlar illaki bazı şeyler olmayacak. Ama siz azcık kafa patlatıp çabalarsanız bir şeyler yolunda gidiyor. Üniversite yazısını tamamladık. Kendinize iyi bakın. Görüşmek üzere.

ÜNİVERSİTE HAYALİ OLAN DOSTLARIMA

Herkese merhaba dostlar. 


Blogda genellikle hayattaki kişisel meselelerden bahsetmek istiyorum. Yani kendimizle alakalı olan daha gündelik daha bize yakın şeyler. Örneğin 'Yeni dünya düzeni üzerine' ya da ne biliyim 'illüminati her yerde ve bizi kontrol ediyor' tarzı şeyler yazmayı pek düşünmüyorum. Zaten bu tarz konularda yazan bir çok arkadaş var ve gayet de iyi yazanları gördüm. 


Ben daha çok bu yazıda olduğu gibi daha bize yakın daha çok 'ben' dediğimiz özneye yakın şeyler yazmak istiyorum. Tabi blog devam ederse ileride düşüncelerim değişebilir ondan sonra gelip bana hani böyle yazmayacaktın demeyin dostlar :) Şimdilik bu şekilde düşünüyorum. 


Bu girizgahtan sonra başlıktan da anlaşıldığı üzere üniversite üzerine konuşalım biraz. Öncelikle dostlar size kesin bilgiler sunmuyorum ya da 'üniversiteye geçmeden önce herkesin bilmesi gereken 10 şey' tarzı bir yazı olmayacak. Zaten o tarz yazıların pek de bir yararı olduğunu düşünmüyorum. 


Bu yazıyı okuduktan sonra da sizi efsane bir üniversite hayatı beklemiyor sadece birazcık bir şeyleri görmüş birini okuyacaksınız. 


Özgüven videosu izleyerek özgüvenli olunmuyor maalesef. Özgüvenli olmak için gereken şey eylemdir örneğin ve özgüven aslında bir alışkanlıktır. Video ya da bir kitap sizi özgüvenli yapmaz belki belli küçük yollar gösterebilir. Kesin cevaplar arıyorsanız malaasef sizi tatmin etmeyebilir bu yazı. Mesela özel ya da devlet okulu için 'özele git kesin' tarzı bir cevap vermeyeceğim. Zaten bu tarz cevaplar genelde kestirip atmak olur konuyu, ayrıca bunlar ayrıntı şeyler. Yapbozun küçük parçaları. 


Size uygun okulu sadece siz bilebilirsiniz, ben sadece tespitlerimden bahsedeceğim. Keşke bana bunlar şöyle ufaktan söylenseydi iyi olurdu dediğim şeyler genellikle. Neyse konuyu fazla dağıtmadan başlayalım dostlar.


Yazının bölümlerini de şuraya bırakayım ki daha kolay bir okuma olsun:


1 - ÖZEL Mİ DEVLET Mİ?

2-  NERDE OKUMALI? FARKLI BİR ŞEHRE GİTMELİ Mİ ACEP?

3- HAZIRLIK ZAMAN KAYBI DİYORLAR YAA! ÖYLE Mİ CİDDEN ?



1 - ÖZEL Mİ DEVLET Mİ?


   Öncelikle az çok seveceğiniz, ilgi duyduğunuz ve size uygun bir bölüme gideceğinizi varsayıyorum. Eğer öyle bir bölüme gitmediyseniz zaten bir yerden sonra dersler zehir olacak size. 

Bir çok şeyi de olumsuz etkileyecek. 


Önce şuna değinmek istiyorum: Özel okul mu yoksa devlet mi? 


Bu soru gerçekten 'kesin şuna git' demek için zor bir soru. Çünkü hangi özel okul hangi devlet okulu olduğu çok önemli ve çok fazla değişken var. Toptancı bir cevap yerine her okul için ayrı ayrı düşünmek gerekiyor. Bununla beraber şunu da söyleyebilirim ki dostlar eğer maddi durumunuz pek iyi değilse özel bir okulda bazen arkadaş bulmakta -daha doğrusu size uygun bir arkadaş bulmakta- zorlanabilirsiniz. 


Etrafınızda birileri hep vardır ama geçici olduklarını adınız gibi bilirsiniz. O yüzden ben şahsen özel de tam burslu okumak yerine iyi bir devlet üniversitesinde okumayı daha mantıklı buluyorum. Tabi bu özel okul 'Koç' gibi çok iyi bir okulsa işler değişir. Orada tam burslu kazandıysanız zaten gidin. Ama bunlarla beraber önemli olan sizsiniz, sizin yapıp ettikleriniz. Yani 'ben napıyım, şundan şundan öyle oluyor' gibi lafları bir kenara bırakalım. Başımıza gelenler için sorumluluk almayı öğrenmeliyiz. 


Yaşadıklarımızın yüzde 70 (yani çoğunluğu diyelim böyle net bir sayı vermek de tuhaf oldu. Hayır yüzde 68 niye değil demeyin sonra:) ) bizden kaynaklanır genellikle, o yüzden sisteme suç atmayı bırakıp yapmamız gerekenlere odaklanalım. 


Sistemi şuan için değiştiremeyiz, bir gün elimize fırsat geçerse onu da yaparız belki. 


Gördüğüm kadarıyla özel okullarda -ki bunların çoğu İstanbulda'dır ve kıçı kırık binaları olan okullardır, bir kaç büyük okulu saymazsak- okuyan öğrenciler evlerinden gelir ve dersten sonra herkes evine gider. Çünkü çoğu şehir dışına gitmemek için uzak bir yolu tepmeyi göze almıştır. Bunun yanında arkadaşlıkların en azından bana göre pek de samimi olduğunu söyleyemem. Tabiki çok samimi dostlar bulunur ama genelleme yapmayı sevmesem de durum gördüğüm kadarıyla bu. 


Kızlara gelecek olursak da genellikle -yine genelleme yapıyorum maaleesef- gösterişi seven ve maddi durumları iyi olan kızlar. Tabiki ben de çok iyi kızlar tanıdım ama bu gerçeği değiştirmiyor. Bakın kızların iyi ya da kötü oluşuyla alakalı bir şeyden bahsetmiyorum. Ama takılmak durumunda kaldığınızda bazen maalesef kopukluk oluyor. 


Erkeklere gelirsek de durum pek farklı değil. Aslında çoğu kişi normal. Ama kendi normalleri. Takılırken hesabı düşüneceğiniz bir arkadaş grubu adeta ızdıraptır benden söylemesi. Özel okulu biraz gömdük farkındayım. Ama dediğim gibi çok göreceli bir kavram bu olay. Elimde 10 tane oy varsa 6-7'sini devlete 3-4'ünü özele veririm. Diğer konuya geçelim.



2-  NERDE OKUMALI? FARKLI BİR ŞEHRE GİTMELİ Mİ ACEP?


   Tavsiyem şehir dışında yani ailenizden farklı bir şehirde üniversite seçmeye çalışın. 


Zaten eğer aile evinden gidip gelirseniz maalesef tam anlamıyla bir üniversite hayatınız olmuyor. Aileniz çok rahat olsa bile -ki eğer kızsanız değildir büyük ihtimalle- sürekli kafanızda 'ev, haber vermeyi unuttum, daha geçen izin aldım şimdi ne desem acaba' tarzında düşünceler dolaşacak.


Kimseye haber vermeden bir şey yapmanın kendisi bile güzel bir his. Ayrıca farklı bir şehir görmüş, hayatınız daha fazla 'kendi hayatınız olmuş' olur. Kendi başınıza bir şeyler yapmayı öğrenirsiniz. Çok küçük gibi görünse de mesela gidip spotçuyla eşya pazarlığı yapmak bile bir tecrübedir. Ya da ne biliyim yemek yapmayı öğrenmek bile. Sizin yerinize birilerinin bir şey yapması konforludur evet ama öğrenmenizi törpüler. 


Şehir olarak da takıntınız olmasın yani 'Hayat İzmir'de abiii' tarzı boş lafları bırakın. Hayat siz neredeyseniz orada. Evet İzmir'in ya da bir şehrin etkisi var ama abartılacak kadar değil emin olun. Sosyal hayat anlamında çok ölü şehirlere gitmeyin ama yine de yani normal ayarda olması yeter. Zaten göreceksiniz asıl olay nerde olduğunuz değil kimlerle olduğunuz olacak. Rahat olmaya çalışın. Bu tarz ayrıntılarda boğmayın kendinizi. Evet dediğim gibi önce farklı bir şehirde mümkünse uzak bir şehirde bir yere gidiyoruz. Ve başlayalım bakalım şu üniversiteye.


3- HAZIRLIK ZAMAN KAYBI DİYORLAR YAA! ÖYLE Mİ CİDDEN ?


İlk önce hazırlık konusuna değinmek istiyorum. Hazırlık zaman kaybıdır diyenler aslında doğru söylüyor çünkü onlar bir bok yapmayıp zaman kaybedenlerdir genelde. 


Dostlar çok yoğun bir sınav stresinden geçip 3 ayın ardından lap diye fakülteye geçmenizi tavsiye etmem. Hazırlığı kesinlikle zaman kaybı olarak görmeyin. Ayrıca zaman kaybı nedir Allah aşkına okulu bitirip 10k maaşla işe zaten başlamayacaksınız. Hemen hayata atılmanız da gerekmiyor sakin olun. Çünkü eğer güzel üniversite yılları geçirirseniz zaten özleyeceksiniz o günleri ve 'keşke' ler dilinize peleseng olacak. Bırakın hazırlığı yurt dışında bazı insanların 'gap year' diye bir olay yaptığını duymuştum. Bilmiyorum ne kadar yaygın. 


Olay şu: üniversiteye geçince okulu dondurup bir sene takılıyorsunuz sonra başlıyorsunuz. Aslında maddi anlamda sıkıntılarınız yoksa efsane olay. Ülkemizde yapan görmedim henüz. Ama eldekiyle yetinip hazırlığı bir gap year olarak görebilirsiniz.


Tavsiyem en alt kur/seviyeden başlayın. Derste 'am, is, are' görüp napcazz? diye sormayın. Olayın bu yönü güzel zaten. Bildiğiniz şeyler ve zorlanmadan ilk 2 kuru geçersiniz. Ondan sonra ufak ufak çalışıp zaten halledersiniz. Hazırlığı uzatmayın dostlar çünkü o zaman da kabak tadı veriyor. Çoğu kişi geçmiş fakülteye, sizde ister istemez 'gerideyim' psikolojisi oluşuyor. Her şeyi tadında bırakma taraftarıyım.


Neyse hazırlığa başladınız. Zamanınız bol olacak zaten. Dostlar sakın o zamanı evde oturup dizi izleyerek ya da her gün içerek falan geçirmeyin. Gezecek kimseniz yoksa bile gezin abi biraz yer görün. Hazırlıkta derslere fazla asılmayın ama aşırı da boşlamayın. Yani 0 hiç çalışmamak, 10 hayvan gibi çalışmaksa eğer siz 3 gibi falan takılsanız yeter. Sonlara doğru vitesi arttırıp 5 in üstüne çıkabilirsiniz hazırlığı bitirme sınavında. 


Hazırlıkta olay çevre edinmektir dostlar. Kimseden gelip sizinle tanışmasını falan beklemeyin. Efsane bir kız ortamı falan hayal etmeyin. Olabilir ama bunlar çok da önemli değil aslında, ilerledikçe zaten farkına varacaksınız. Okulun başlarında oluşan gruplara sakın aldanmayın yani bakıp da millet tanışmış kaynaymış ben kaldım sap gibi diye endişelenmenize gerek yok. Son senelere doğru o gruplar dağılır, hatta üyelerin bazıları kanlı bıçaklı bile olur. 


Çevrenizde çok kişi varsa yüzde 70-80 i gidicidir dostlar. Çok nadirdir o grupların dağılmadığı. O yüzden kendinize şöyle sağlam 3-4 tane insan bulun. Bu çok da zor değil aslında. Tabi siz eğer sağlam değilseniz yani kaypaksanız yapacak bir şey yok. Az çok adam olduğunuzu varsayıyorum.

3-4 sağlam adamla da yetinmeyin olabildiğince çevre edinin. Rehberinizdeki bir sürü kişi gibi. Hiç konuşmazsınız ama bir gün işiniz düşer. Bunu çıkarcılıkla karıştırmayın sakın. Ayda yılda işinizin düştüğü biriyle canciğer kuzu sarması olmanız gerekmiyor. Başkalarından da aynısını beklemeyin. Sürekli hala geldiyse evet orda sıkıntı vardır. Üniversite bittiğinde zaten çok büyük ihtimalle 3-4 kişiyle iletişimde olacaksınız. Diğerleri geçici olacak öncelikle bunun farkında olun. 


Evet farklı ve uzak bir şehirdeyiz. Hazırlığa başladık. Şöyle sağlam bir kaç insan bulduk. Yani o insanlarda çürük çıkabilir, bu yazıyı yazan ben de gün gelir kaypak biri olurum, belki de birilerinin gözünde öyleyimdir bunlar belli olmaz. Bunlar zaten olan şeyler hayatta o yüzden başınıza gelirse aşırı derecede şaşırmayın sakin olun. 


Erkeklere tavsiyem kızlara hemen atlamayın dostlar. Sonra abaza damgası yersiniz bir kişiyi gerçekten sevdiğinizde o kişi ister istemez size mesafeli durabilir ve işler iyi gitmeyebilir. Çevre edinmeye bakın dediğim gibi. 


Kızlar siz de bir zahmet şu abazalara prim vermeyin. Ondan sonra aldatılıp güven problemi yaşıyorsunuz. 


Evet dostlar gelelim içki, sigara, ot vs. Bunlarda bazı yerlerde deli ortam döndüğünü görebilirsiniz; fazla aldanmayın bence. Hiç bunlara bulaşmayın demiyorum ama tadında olursa keyifli olur. Yoksa her gün içen bir mala dönüşebilirsiniz. 


Geldik en önemli kısma. Çok fazla takılmayın arkadaşlarınızla. Yani her gün her saat yanyana olmanızın bir anlamı yok. Yani çok klasik olacak ama kitap falan okumaya çalışın. 


Unutmadan şunu da söyleyeyim: Mutlaka kulüplere girin. Bir bok öğrenmeseniz bile bir kaç insan tanırsınız. Güzel kulüpler de oluyor genelde. Örneğin dağcılık, ya da kamp kulüplerine girmenizi tavsiye ederim. Güzel hoş ortamlar oluyor ve en azından iki, üç ayda bir etkinlik yapmış olursunuz. Spora ilginiz varsa vaktiniz bol olacağından spora da gidebilirsiz. Fitness farz değil dostlar boks, kickboks tarzı şeyleri daha çok öneriyorum. 


Mümkünse ilk sene sevgili yapmayın. 

Tutun kendinizi biraz. İlk sene değil belki ama ilk dönem en azından sakin olun. Çok büyük ihtimalle ayrılıklar gerçekleşiyor çünkü. 


Karşınızdakini ve tabiki kendinizi tanımadan gidip biriyle sevgili oluyorsunuz sonra depresyon. Herkesin manitası falan da yok kendinizi depresyona sokmayın. Herkes biraz yalnız. Neyse bunlar başka yazının konuları. 


Evet şunlara değindik özetle:

Derslere fazla asılmıyoruz hazırlıkta, kızlara atlamıyoruz, çevre edinmeye bakıyoruz, kulüplere giriyoruz (burası önemli), spora ilgimiz varsa spora başlıyoruz, kitap okumaya çalışıyoruz, sevgili yapmıyoruz, insanları tanımaya çalışıyoruz. Özetle hazırlık bir moladır dostlar. Zaman yok diye yapamadığımız bir çok şeyi yapabiliriz. 


Fakültede bu kadar zamanımız olmayacak o yüzden en iyi şekilde değerlendirmek de fayda var. 


Evet bu şekilde hazırlığı bitirdik ve fakülteye geçtik. İngilizceniz iyi değilse yüzde yüz ingilizce bir bölüm seçmeyin dostlar. "Hazırlıkta öğreniriz" tam bir fiyaskodur. Eğer yatkınlığınız varsa evet öğrenirsiniz. Ama ben çok fazla öğrenemedim ve zorlandım açıkçası. 


Bölümünüzde hazırlık yoksa da kafaya çok takmayın. 4 sene de yeter bir şeyler için. En önemli kısmı bitirdik ve fakülteye adım attık. Fakülteyi bir sonraki yazıda ele alacağım. Umarım sıkılmadan okumuşsunuzdur. Sıkıldıysanız da napiyim abii:). Neyse iyi bakın kendinize. Sorularınız varsa mailden ulaşabilirsiniz.